13 Nisan 2012 Cuma
Türkiye artık kritik dönemlerden geçmeyecek
“Türkiye kritik bir dönemden geçiyor…”
Bu cümle ile başlayan kaç yazı yazdım hatırlamıyorum. Demek ki o kadar sık ‘kritik’ süreçlerden geçiyoruz ki sık sık bu cümleyi kullanmak zorunda kalıyoruz.
Ancak merak ettiğim şu! Gerçekten kritik süreçlerden mi geçiyoruz, yoksa ülkü genelinde hayatımızı fanilere bağladığımız için sık sık onların hatalarının ceremesini mi çekiyoruz?
Mamafih, Türk milletinin son 150 yıllık hikâyesi, heyecan, korku, telaş ve umudun birlikte harmanlandığı her an insanın nutkunu kesecek kadar yüksek oktanlı hadiselerin cereyan ettiği bir korku filmine de benzemiyor değil! Hani bazı filmler vardır. Seyirci kurguyu bilir ama filmin kahramanı bilmez. Seyirci, filmi izlerken, kahramanı bekleyen tehlikeyi bildiği için, filmi izlerken adeta ‘oradan gitme’ diye yalvarır. Amma kahraman illa da o yoldan gider ve başına türlü işler gelir…
İşte Türkiye, yaklaşık son iki yüz yıldır o kahramanı andırıyor. Hep gitmemesi gereken yoldan gidiyor, hep yapmaması gereken işleri yapıyor ve hep sanki bilerek izleyicisini heyecandan kıracak işlere soyunuyor…
Birinci Cihan Savaşı’na kadar bu millet, idarecilerinin yaptıklarına akıl erdiremedi. Fakat yine de bir bildikleri vardır diyerek, sayısız cephelere sürüldü ve çöllerde mahvoldu; soğuk dağlarda kırıldı, gidilmez yollarda tükendi, milletin çocukları, analarını kaybetmiş püsük yavruları gibi telef olup gittiler.
Ama hep “devletimiz var olsun, milletimiz sağ olsun” dedi. Ne ihanetleri sorguladı, ne idarecilerinde kabahat aradı. Çünkü millet hep ‘kritik bir dönemden geçtiğini’ sanıyordu.
Sonunda durup muhasebe yapmak zorunda kaldıklarında koca bir imparatorluğun yıkıldığını, elde avuçta kıraç Anadolu toprağından başka bir şey kalmadığını gördüler. 1877’den 1919’a kadar 12-13 milyon insan zayi olmuş, 3-4 milyon kilometre karelik araziden 750 bin kilometre karelik ancak kümes olacak bir yurt kalmıştı ellerinde.
Dost ve kardeş bildikleri sırt dönmüş, dindaş bildikleri karşı saflara geçmiş, kutsal bildiği ve halkını askere almaktan bile hayâ ettiği mukaddes topraklar, çocuklarına mezar olmuştu. Aydınları, amirleri, idarecileri hürriyet, müsavat, uhuvvet diye diye onları telef etmişlerdi. Anadolu dört bir tarafından işgal edilmiş; İstanbul, İzmir, Ayıntap, Antalya, Adana, Hatay artık başkalarının eline geçmişti. Hele Bursa… En çok da o yürek yakmıştı. Çünkü ayak bağını öpmesi bile kendisi için şeref olacak bir Yunan askeri, Orhan Gazi’nin mezarını ayaklarıyla tekmelemiş ve “Kalk da milletini kurtar!” diye bağırmıştı…
Bu durum, onur sahibi olanları yeni bir gayrete sevk etti. Ya Allah, bismillah deyip yeniden cephelere koştular. Kimisi sapanını aldı, kimisi üvendiresini. Ayaklarında çorap bile yoktu. Sırtlarındaki ceketin on, şalvarın yirmi yaması vardı. İnandılar en azından bu son sığınak olan yurdu ‘gavur’dan kurtaracaklarına… Hattı değil, sathı müdafaaya koyuldular. “Geldikleri gibi giderler” denilmişti ya! Yılların yorgunluğuna, yoksulluğuna, yoksunluğuna aldırmadan ayağa kalkıp bu toprakları yeniden vatan kılmak için kanları ve canları ile yoğurdular.
Zor ve büyük bedeller vererek kabul ettirmiş olsalar da milletin artık yeni bir devleti vardı. Koca bir imparatorluğun küllerinden bir cumhuriyet kurmuşlardı… Evet, fakirdiler, yorgundular ve çaresizdiler ama umutları vardı…
Yeniden büyümek, zorla kendisinden alınan topraklarına, mülküne ve haşmetine kavuşacaktı. Çünkü artık ‘fani krallarla’ değil, kurallarla ve kanunlarla yönetilen bir devleti, bir cumhuriyeti vardı.
Evet yine bir faninin varlığı yüceltiliyordu ama artık ‘Gazisi’ ile birlikte milletin meclisi vardı, şurası vardı. Kurumları ve kuralları vardı… Ve tabii hepsinden önemlisi, Allah’ı, Kur’an’ı, kitabı vardı. Bütün badirelere rağmen onu elinden alamamışlardı… O elindeyken de üstesinden gelemeyecek bir problem olamazdı…
Ama bir de baktı ki iç kaleleri yıkılmaya başlamış. Çünkü yine her şey fanilerin üzerine bina edilmişti. ‘Tek adam’lar çıkmıştı, ‘ikinci adamlar’ icat edilmişti. Kural, kanun, kurum gitmiş fani insanların varlığı milletin, devletin ve hayatın teminatı haline getirilmişti. Adeta tebaa kültürünün yüceltildiği padişahlık çağından da beter yıkımlar ve acılar sükûn etmişti. Milletin camileri, tekkeleri, minareleri yıkılıyor, ezanları yok sayılıyordu.
Millet sesini yükseltmek istedi. Ama hemen birileri devreye girip tehditkar bir tonla ülkenin ‘kritik bir dönemden geçtigini’ hatırlattı! Hayat bir kere daha ‘fanilerin’ varlığı üzerine yükseltilmeye başlanmıştı… Daha da kötüsü, gölgesinde ülkeler fethettiği, uğrunda kıtalardan kıtalara at koşturduğu, sayesinde 32 millete beylik, hanlık yaptığı yegâne kriteri olan “Kitabı” da elinden alınmıştı.
Yine sesini yükseltmek istedi ama yine ‘kritik bir süreçten geçiyoruz’ denildi. Sustu. Çünkü Anayasasında ‘Türkiye Cumhuriyeti bir İslam ülkesidir’ yazıyordu… Bir gün düzelir diye bekledi…
Yazısı değiştirildi, sustu. Çünkü ülke ‘kritik’ bir süreçten geçiyordu.
Kıyafetini değiştirdiler zorla, sustu. Çünkü ülke ‘kritik’ bir süreçten geçiyordu.
Sonra ‘bu ülke artık laiktir’ dediler, yine sustu. Zira ülke kritik bir süreçten geçiyordu.
Derken o uzun ve geçmek bilmeyen tek parti dönemi geldi. Millet yine sabırla bekliyordu, çünkü ülke kritik bir süreçten geçiyordu.
Seçimlerde oylar açık verildi, gizli tasnif edildi, yine sustu. Zira kritik dönemin geçişi devam ediyordu.
Sonra bu suskunluk o kadar birikti ki, bu sessizlikten ürken birileri kaptanı değiştirmeye karar verdi. Millet ilk defa sevindi. Suskunluğunun işe yaradığını gördü… Çok şey değişmese de ezanlarına kavuşmuştu…
Yazık ki sevinci fazla sürmedi. Milletin askeri, milletin iradesine karşı kışkırtılmış, ihtilal yapılmış ve ülkenin başbakanı asılmıştı. Millet yine sustu ve için için ağladı. Çünkü ülke yine kritik bir süreçten geçiyordu. Öyle diyorlardı!
O tarihten sonra da ülke bir daha bu ‘kronik kritik’ süreçten çıkmadı…
Çünkü cumhuriyetle idare ediliyorduk güya ama hayatımız ve milletin bekası eskisinden de ziyade faniler üzerine bina edilmişti. Fani olanların hayatı da tırlık ipliğine bağlı olduğuna göre, demek ki varlığını fanilere bağlamış bir Türkiye’de stabil bir zaman yaşamak mümkün olmayacaktı…
* * *
Bu konuya girmemin sebebi Sayın Başbakanımızın Çin’de sarf ettiği bir cümle. Size çok sıradan gelebilir ama o cümle geleceğe umutla bakmak için bana büyük bir güç verdi…
Çünkü Türkiye’nin yaklaşık 200 yıldır zaaf içinde yuvarlanmasının gerekçesini de gözler önüne seriyordu o cümle.
Çin’de bir soru üzerine, Başbakan, 2014'te kendisi başta olmak üzere kabinenin 17 üyesi ile birçok vekilin yeniden aday olmasını engelleyen "3 dönem" kıstasına dokunmayacaklarını hatırlatarak "Türkiye, fânilerle değil, ilkelerle yürümeyi öğrenmeli. Tayyip Erdoğan fanidir, öldü ne olacak? Öldüğü zaman ne yapılacaksa vatandaşım onu yapsın." dedi.
Keyif aldım, sevindim. Bu güvene ihtiyacımız vardı zira.
İnsanların kendilerini vazgeçilmez kılması ve kendisi olmazsa ‘dünyanın sonu gelir’ sanması büyük bir ahmaklık. Böyledir ama şarkın liderleri kendilerini hep öyle bilmişler. Seçimle geldikleri ve seçimle gidebileceklerini bildikleri halde kendilerini padişahlar gibi ‘zilullah fil ard’ (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) görmeleri, demokrasimizin ve cumhuriyetimizin en ciddi arazlarındandır. Kendisini zillullah fil ard bilen birinden kurala, kritere, kanuna uymasını bekleyemezsiniz. Çünkü kendisi kuraldır. Kendisi kural olan hangi kurala saygı duyar ki!
İşte sevgili Başbakanımızın o sözü inşallah Türkiye’nin de gerçekten kurallar ve kriterlerle idare edileceği bir çağa girdiğinin habercisi olur.
Hatırlayın, Hz. Peygamber (asv) vefat ettiği zaman inananlar nerede ise kafayı yiyeceklerdi. Hz. Ömer (ra) bile ‘Kim, o öldü derse kafasını vururum!’ diyecek kadar panikte idi. Ama kuralların geçerli olduğunu, esasın kriterler olduğunu bilen Hz. Ebu Bekir, içeri girip Hz. Muhammed (asv)’in fani dünyaya veda ettiğini anlayınca dışarı çıktı ve şöyle dedi:
“Muhammed’e inananlar bilsinler ki o öldü. Allah’a iman edenler bilirler ki Allah bakidir!”
Allah bugün de Bakidir. Bu sözün devlet ve siyaset pratiğindeki anlamı, liderler ölürler ama kurallar ve kriterler bakidir. Demokrasilerin en temel dinamiği budur. Esasında Şeriat-ı Garra’nın özü de!
Osmanlı’da varlığımızın teminatı ‘Halife’ idi. Her şey onun iki dudağı arasında idi. Cumhuriyet döneminde ise varlığımızın teminatı önce Gazi ‘Hazretleri’, sonra da ‘ikinci adam’ İsmet ‘Paşa hazretleri’ oldu. Güya sultanlık lağvedilmişti ama hayatımızın teminatı yine bir takım ‘hazretler’di. Bir daha da hazretlerden kurtulamadık. Demirel de bir zamanlar ‘dindarların teminatı benim’ demişti. Rahmetli Turgut Özal, bile ‘Anayasayı bir kere delsek ne olur’ demedi mi? Yani Cumhuriyet döneminde de faniler memleketin bekasının teminatı(!) olmaya devam ettiler.
Eh varlığı ve bekası bir faniye bağlı olan bir ülkenin sürekli kritik dönemden geçiyor olması da gayet normaldir.
Stabil zamanları ‘kritik dönemleri’nden daha çok bir Türkiye geleceği umuduyla….
Mehmet Ali Bulut
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder