16 Aralık 2012 Pazar

Yol ne/resi, yolculuk nereye düşer?



'Ne'yim ben ve nerede'yim, neden buradayım, buraya nereden geldim ve nereye gidiyorum?' diye sormalı insan kendi kendine. Her zaman ve her yerde.

Ne ki, çağımızın insanı bu soruları soramayacak kadar yersiz ve yurtsuz: Yer'inden ve hakikatinden uzak çünkü: Kendi'nden.
EMANET VE YOL ALMAK
İnsan, yol almak için yaratılmıştır: İnsanın emaneti yerine getirebilmesi, şairin derin bir idrakle dile getirdiği gibi, 'yola çıkmaya hüküm giymesiyle' mümkün. İnsanın 'yolda' olması, yol almasının garantisidir çünkü.
O yüzdendir ki, insanın yaratılış programı, hayat ile ölüm arasında sürekli bir yolculuk vaat eder insana. Doğumundan ölümüne kadar yol alabilecek ölçülerle 'donatılmıştır' insanın varoluş haritası.
Ama insan, bu vaadi yerine getiremez çoklukla. İnsan, bu vaadi idrak edemediği, kendinde gizlenen ölçüleri göremediği için, kendine gelemez, kendini de, Rabbini de bilemez. Ve yönünü de yitirir, yön fikrini de.
Buysa, insanın kendi'ni yitirmesiyle ve hayatı bitirmesiyle sonuçlanır. Kendi hakikatini. Kendi'nde şifrelenen, dercedilen, özetlenen hakikatin izini.
ÇAĞDAŞ İNSAN, NEDEN
YOLDA KALDI?
Oysa hakikat, ancak hakikatli bir yolculuk'la tecellî eder ve insanı insan eder. O yüzden hakikat, insandan hakkıyla gerçekleştirilecek bir yolculuk talep eder. İnsan, hakikati hak edebilecek bir yolculuğa çıkabildiği zaman idrak kapıları açılır ve önünde uçsuz bucaksız bir koridor uzanır. Kanatlanır. Hakikat merdivenlerini ancak o zaman tırmanır. Ve hayatın bütün zorluklarına ancak o zaman katlanır.
İnsan, kendinde özetlenen hakikatin izini, izlerini yitirdiği zaman idrak kapıları kapanır. Görme yetileri sakatlanır. Duyma yetileri kaybolur. Hayatı ve hakikati idrak edememe, görememe, duyamama başlıca özellikleri olur.
İşte o zaman, insan, yol fikrini yitirir, yolculuk fikrini de daha yaşarken bitirir.
Çağımızda insan, yol fikrini yitirdiği, yolculuk fikrini de bitirdiği için, yol alan bir varlık değil, yolda kalan bir varlığa dönüşmüştür.
O yüzden, insanın 'öldüğünü' söyleyebiliriz rahatlıkla; yürümüyor insan, yürüyemiyor. Sürükleniyor. Sürgit sürgün yiyor: Kendini kendinden, kendi hakikatinden, kendi hakikatinin kaynağı Rabbinden sürgün ediyor: Her attığı adım, sürgününü süresiz uzatıyor insanın. Kendinden uzaklaştırıyor.
KALKIŞ NOKTASI VE
VARIŞ NOKTASI
Her yol'un, çıkılan her yolculuğun bir kalkış noktası, bir de varış noktası vardır.
Çağımızda insanın bir kalkış noktası ve bir varış noktası fikri ve idraki var mı peki?
Kalkış noktası ve varış noktası olmayan bir insanın varlığından, varolabildiğinden, varlığını sürdürebildiğinden, kısacası, yol alabildiğinden sözedebilir miyiz?
Kalkış noktası ve varış noktası olmayan, yol ve yolculuk fikrini yitiren insan, kendi dünyasına, beninin ve bedeninin ayartıcı ve insanı diğer insanlara, dünyaya ve tabiata karşı duyarsızlaştırıcı daraltıcı ve boğucu daracık dünyasına kapanmaktan kurtulamaz. Kendi arzularına ve hırslarına, kendi benine ve bedenine tapınmaktan.
Ayrıca yolsuzluk da, yolsuzlaşmak da, aslında insanı insanlığından eden, insanı hakikatten sürgün eden, insanı da hayatı da bitiren yolunu yitirmesinin ve yönünü kaybetmesinin kaçınılmaz bir sonucu değil midir insanın?
İZ'İN GİZ'İ: BEN'DEKİ BİZ İDRAKİ
İnsan, âlemin özü ve özetiyse, âlemin bütün izleri insanda gizliyse, insan kendinde gizlenen bu hakikatin izini sürebildiği zaman, hem kendi hakikatinin, hem de bizatihî hakikatin gizini çözebilir.
Bütün bu iz sürme ve giz çözme çabaları, bizi yol ve yolculuk fikrine götürür. Hakikatin insanda / yani 'ben'de gizli olduğu gerçeğini biz ancak 'ben'in dışına çıkabildiğimiz zaman görebiliriz: Ben'in dışındaki diğer 'ben'leri, yani 'biz'i görebildiğimiz, biz'le ve biz'de buluşabildiğimiz, biz fikri'ne ulaşabildiğimiz zaman yani.
Ben'deki iz, biz'de izlenebilir ancak. Ben'in izdüşümü biz'de, biz'in izleri de 'ben'de gizli çünkü.
Sadece ben'e kapandığım zaman, görebileceğim tek şey 'beden'dir. Ben'in beden'den kurtulması, biz'deki yansımasının görülebilmesinde; biz'in biz'liğinin fark edilebilmesi ise ben'in içine doğru sürülecek izsürme yolculuğunda gizli.
Özetle… Ben'in diğer ben'lerle buluşması: Ben'in beden'den ve beden'in ten hapishanesinden kurtulabilmesinin yegâne şartı.

Yusuf kaplan

5 Temmuz 2012 Perşembe

‘Çevir sayfayı çevir!’



Koca bir kış... Bahar, yaz, sonbahar... Bir sonraki kış, sonraki bahar... Ardından gelen yaz... Yazın takip ettiği yağmurlu günler... Yağmurun ardından gelen karlı

akşamlar...

Ben diyeyim iki, siz deyin üç koca yıl...

Kırık camını naylon kaplasan, bir başka yerinden rüzgâr alan, oraya tahta çivilesen bu kez damı akmaya başlayan, akan yere kova yerleştirsen, aniden elektriği kesilen...

Neresinden tutsa insan kendisinin? Ki aslında tutamaz halde olur...

Bir kas yığını

halinde, bir yorganın altında “bugün de mi sabah oldu” diyerek ve şaşırarak dünyanın dönmesine...

Gözünü açmak

istemeyerek...

Ne adalete, ne

sevgiye, ne merhamete inanarak...

Kocaman dumanlı siyah bir boşluğun

içinde yağlı bir mide bulantısıyla anımsayarak o güne dek bütün olup biteni...

Bilirsiniz işte hepiniz...

Depresyon denilen kendini taşımaktan, ipte yürümekten, kılıç sallamaktan ve durmaksızın kaleyi savunmaktan bıkma hâli biraz

böyledir ya...

Bıkmak ve vazgeçmek...

Hiç bitmeyecek sandığımız...

Hiç bitmeyecek sandığınız...

Şu anda hiç bitmeyecek sandığın...

Bitecek biliyor musun...

Sana rağmen bitecek... Sen ne kadar

dirensen de bitecek...


***


“Hiç anlamıyorum bu insanları”

demeyeceksiniz...

“Hiç anlamıyorum, nasıl böyle

düşünebiliyorlar?”

“Hiç anlamıyorum nasıl böyle

davranıyorlar?”

“Hiç anlamıyorum...”

Demeyeceksiniz... Demeyeceğiz...

Dememeliymişiz...

Mutsuzluktan yeni bir güne başlayamayacak hale gelmene sebep olanlar bile olsa onlar... Mesela ipte yürürken seni iten dostun, düşmanına kılıç sallarken sen, şahdamarını kesen sevgilin, kendi kalenize gol atan takım

arkadaşın bile olsalar...

Anlam veremesen bile ihanete...

Anlamıyorum dememek gerekiyormuş...

Zaman “anlaşılır” kılmasa bile önce unutturuyor sonra önemsizleştiriyor ardından

hiçleştiriyormuş onları ve olanları...

Ve hatta...

Bir gün...

Eğer kınadığın biri varsa onun ayakkabısını giymene mutlaka bir fırsat veriyormuş hayat... Anlamadığını anlatmadan, göndermiyormuş seni yani...


***


Haldun Dormen dedi ki geçen pazar...

Işıl ışıl bir öğleden sonraydı hafta sonu... Mustafa abinin (Alabora) bir ömür yeşile bakan yaz evinde, güneş oynaş oynaş mavi havuzun üzerinde...

Bizlerse havuz kenarındaki öğle yemeği masasının etrafında... Derya Karadaş, Mehmet Turgut, Mustafa Üstündağ’la eşi, ben, Elif, Cem...

Göksel Kortay bir köşede elinde i-Pad bir yazı okuyor... Mustafa abi yağlı boya tablosunun başında, resim yapmakta... Banu Zeytinoğlu köpekleri Hüsrev ve Dayı ile mücadele etmekte... Haldun Dormen sardunyaların yanındaki koltukta elinde bir bulmaca...

Masadaki karpuz, kafamdaki hasır şapka, eteğimdeki çiçek deseni, Mehmet’in Mustafa abiyle uğraşması, Mustafa abinin Haldun

beyle şakalaşması... Göksel hanımın müdahalesi... Soğuk su doldurduğum bardağın sıcakta terlemesi...

Ben miydim bir zaman önce “bitecek mi bu karanlık” diye düşünen sahi?

Göksel hanım “Bir İngiliz filminde gibisin İclal bu şapkayla ve elbiseyle” dedi...

Sonra onlar sohbet ederken... Anımsadım da... Mustafa abi Banu’ya “Hüzün var bu kızın gözlerinde, ilk kez gördüm” demişti benim için bir akşam...

Başını kaçırdığım sohbetin ortasında Göksel hanım bana döndü “Haldun çabuk geçer olayların üzerinden, sayfayı çevirir ve devam eder” dedi...

Haldun Bey “öyle” dedi... “Bak yaz

başladı geçiyor bile... Vakit kısa... Çevir

sayfayı, çevir çevir...”


***


Eteğime baktım. Bir daha anladım. Haldun beyin gülümseyişindeki cümleyi tekrar ediyorum: Bütün hüzünler bitimlidir...

Bak yaz başladı, geçiyor bile...

Iclal Aydin

14 Haziran 2012 Perşembe

Eskiden ne güzeldi AKP yoktu Cemaat yoktu


Açtık, sefildik ama onurumuz vardı.

Millet akşam sabah o paşalarımızın sevgisiydi yatar kalkardı. Onların sözlerini karneyle alınmış ekmeğine katık yapardı.

Daha da önemlisi ne cemaat vardı ne AKP.

Bir CHP’miz vardı bir Paşamız. O da Allah’tan sonra kinci adamdı.

Memleket ne güzeldi o zamanlar. Hey gidi günler.

İsraf olmazdı. Karanlık dururken geceleri, kimse ışık yakmazdı… Birlik beraberliğimiz vardı. Zaten kimse sesini çıkarmazdı. Çıkarsa bile kimse onu duymazdı… Ortalık süt limandı. Paşamız vardı, karnemiz vardı, Biri bir söz dedi mi kimse ona karşı çıkmazdı. Birlik vardı, düzenlik vardı. Git şu şehri bombala dediğinde bile itiraz olmazdı…

O günler ne güzeldi. Ne AKP vardı ne Tayyip! Ve tabii cemaat de yoktu. Zaman zaman üç beş meczup birkaç nurcu çıkardı. Tıkardık içeriye onları da ortalık rahatlardı…

O zamanlar tüm memurlar ağa, gazeteciler paşaydı.

Memleket fakirdi amma, karnemiz vardı. ‘halk’ımız vardı. Gerçi şurada burada adına ‘millet’ denilen insanlar vardı ama çoğu fasa fisoydu… Öyle karınlarını kaşıyarak laf çakmazlardı… Gazetecilerin tamamı yandaştı.

Muhalefet olmazdı. Süt limandı memleket.  Zaten memlekette bir tek CHP vardı bir de ötekiler… Ötekiler zaten davardı… Sesleri çıkmazdı, çıksa da kimse duymazdı. Gazeteciler böyle sersefil değildi, Hepsi paşalarının emrinde canla başla koşturur, izzette ser-efrâzdı. Zaten aynı zamanda CHP’li oldukları için içeri de atılmazdı…

Hey gidi günler hey. Ne güzel bir memleketimiz vardı. Millete hiç söz düşmezdi. Laf edenin de dili kopardı zaten. Üstelik o zamanlar ne AKP vardı, ne cemaat. Memlekette bir tek ‘halk’ vardı. Milletin canı cıksa bile bir değerleri olmazdı…

Her şey ‘halk’ içindi. O ne derse o olurdu. Zaten bir tek onların bahtı aydınlıktı. Ötekiler gericiydi, yobazdı… Duvar diplerinde oturur; kıllı göbeklerini kaşırlardı. Böyle olunca tabii ki millet davar, halkçılar,  ‘muassır’dı.

O zaman da Fazıl Say vardı amma daha ‘fazıl’ değildi. Yılmaz Özdil vardı, Emin Çölaşan vardı fakat daha  ne Özdil’in yılıp yılmayacağı belliydi, ne ötekisi çölü geçebileceğinden emindi…

Memleket açtı, sefildi amma onların sırtı pek karınları toktu. Milletin derdi ise çoktu. Allahtan o zamanlar  AKP yoktu ve cemaat yoktu.

Çünkü o dönemlerde Kasımpaşa’da İmam Hatip de yoktu. Hoca efendiye gelince… Kim onun gibisini İzmir’e sokardı ki!

En ufak bir kıpırdama olunca, ortalık menemen olur, kelleler koltuklardan iner ve ‘baş’lar yeniden taş olurdu.

Bir gün dediler ki artık iki parti olacak memlekette. Millet onun ne olduğunu bilemezdi. İki parti ne demek?

Paşamızın partisi varken ve halk izzet ve itibar döşeğinde tek başına otururken, nereden çıkmıştı bu ikilik. İki parti olacakmış memlekette!

Ne güzeldi o zamanlar. Paşamız vardı, tek partimiz vardı, Meclisimiz’de yalnız Halk Parti’sinin esamisi okunurdu… Meclis dediğime bakmayın. Orada sadece efendi toranaga ve ortakları vardı. Seçim dediğin şey Paşa hazretlerinin ‘tensibi’nden ibaretti. Halk kimi isterse onu seçerdi…

O zamanlar AKP de yoktu, Cemaat de yoktu. Hatta İsrail bile yoktu. Milletin esemesi yoktu. Zaten o ne yapacağını da bilmezdi. O yüzden de seçimlerde, reyini göstermek zorundaydı. Kime oy verilmesi gerektiğini bilmezdi ki o… Kendi başına bıraksan yanlış yapardı… Paşamız dururken, Menderes’e oy vermek gibi bir hata yapması da muhtemeldi… O nereden bilecekti hayrını şerrini?

O yüzden de oyunu açıktan vermeliydi ki yanlış yapmasın. Öyle de oldu. Ve o sayede, halk, milletin bir yanlış yapmasına izin vermedi. CHP ezip geçti… Zaten en iyi bildiği ezip geçmekti…

Birileri çıkıp ‘seçime hile karıştırdınız’ diyordu ama kim takardı… Milleti takan yoktu ama adı Amerika mıydı neydi melanet birileri çıkmış, illa da sağlıklı seçim yapacaksınız diyordu.

Şimdi gel de kızmayın şu hain Amerikalıya. O zamanlar Tayyip yoktu, zaten ‘tayyib’lik işler de yoktu. Amma ‘Menderes’ diye bir hain vardı. Ve o işbirlikçi sayesinde CHP saltanatı kaydı.

Fitnecinin, tahrikçinin, ayrılıkçının biriydi. “Yeter söz milletindir!” diyordu. Millet ne halt edecekse. Arkasında Amerika olmasaydı, haddini hemen bildirirlerdi amma ne yaparsın bu Amerika ikide bir burnunu işlerine sokuyordu. Zaten kendisi de bir Amerikan oyunu idi ya(!) ne ise... İkisi bir olup halkın huzurunu bozdular.

Eskiden bir köyde bir katım elbise bulunmazken herkesin gardırobuna birkaç kat elbise girdi. Açlıktan ağzı kokan milletin gözü ekmek görünce başka şeyler de istedi. Fitne de öyle başladı zaten memlekette. Millet ekmek verilir mi? Köylere yol, su götürülür mü? Götürüldü işte.

Milletin gözü açılınca ‘şunu da isterim bunu da isterim’ demeye başladı. Memleketin düzeni de öyle bozuldu. Yoksa hala bir iğne bir iplikle günü gün etseydik, bu gazetecilerin keyfi kaçar mıydı?

Eskiden ne güzeldi oysa. Memlekette birlik beraberlik vardı, tek parti vardı. Getirdiler zorla içimize ikilik soktular. CHP neyimize yetmiyordu? Bir de Demokratlık çıkardılar memleketin başına yani. O gündür bugündür memleketin başı dertten kurtulmadı. Tek parti neyimize yetmiyordu. Tek görüş, tek slogan, tek adam!  Çoklukta….

Sanki o demokratlık karın doyuracaktı?  ‘Halk’ın keyfini bozmaktan başka işe yaramadı.

Oysa zaten memurların sırtı kalındı. İşçi de yoktu ki bir de sorunu olsun! Allahtan fabrika da yoktu işçinin çalışacağı. Hükümetimiz vardı, memurlarımız vardı, bir de CHP üyeleri vardı. Gazetecinin itibarı vardı… Onların da bir sorunu yoktu… 

Millet açtı, açıktı. Gaz yoktu, bez yoktu. Memleketin yüzde sekseni karanlıktaydı amma ‘birlik’ beraberlik vardı. Ağalarımız vardı ve onların pohunun üstüne poh olmazdı.

 Daha da güzeli ne AKP vardı ne cemaat!

Savcı bir vurdu mu bir de hâkim çarpardı. Onlar isteneni yapmazsa asker onları çarpardı. Allahtan sağlam(!), askerimiz vardı. Memleket onlara emanetti. Hainlik yapanı gördüler mi, tepesine binerlerdi. (Nitekim hep öyle yaptılar, ta ki AKP gelinceye kadar… Ve her işledikleri haltı gün ışığına çıkaran  birileri çıkıncaya kadar. Onlara ‘cemaat’ diyorlardı… )

Dirliği birliği bozulan memlekette birileri çıkmış bir de ezan kamet istiyordu. ‘Tanrı ulu’yken ‘Allahu Ekber’ mi olunmuş. Ulu ulu adamlar çıkıp, ‘bundan sonra Tanrı ulu olacak’ demişken kimin haddine onu değiştirsin. İşte memleket böyle bozuldu. Özdil’i, Özkök’ü, Çölaşan’ı zivanadan çıkaran, kahırdan kahıra sokan işler öyle başladı…

Oysa eskiden ne güzeldi. Tanrıya onlar kıyafet biçiyor, halkı onlar seviyor, milleti onlar yönlendiriyor, bir dedikleri iki olmuyordu. Hele milletin onlar karşısında ‘ben şunu istiyorum’ demeye hakkı hiç yoktu! Tiranlık olimposunda oturur ahkam keserlerdi…

O zamanlar asker de onların askeriydi. “Hadi görev başına!” dendi mi dipçiğini kapıp sokaklara düşmekten başka şansı yoktu. Hele bir jandarmamız vardı ki…

Nitekim ne zaman paşalarının başı derde girse, gazeteci gidişattan rahatsız olsa hemen askerler imdada koşardı. Menderes’in -Allah rahmet eylesin- yazgısı da öyle başlamıştı. Bir gece gelip onu da milletin meclisini de onun meclise soktuğu fasa fiso insanları da alıp götürdüler.

Menderesi ve arkadaşlarını idam ettiler de memleket yeniden sükûn(!) buldu.

Ya böyle işte… Bir zamanlar ne güzeldi memleket. Jandarma geldi mi ne var ne yok elde avuçta alır giderdi. Paşamızın kafasının tası atmayı görsün, asker gelir, millete haddini bildirirdi. Gazetecilerimiz de izzet koltuğunda onları alkışlarlardı…

Fakat nedense işbirlikçi hainlerin(!) de ardı arkası kesilmiyordu. Her seferinde yeni bir işbirlikçi çıkıyor, memleketi eskisinden daha beter hale getiriyordu.

Hele bir Erbakan -Allah rahmet eylesin-  vardı ki uslanmaz bir ‘nifakçı’ idi. Adil düzen istiyordu. Onların düzeninden daha adil düzen mi olurmuş?

Laiklik, cumhuriyet, demokrasi(!) diyeceğine iman diyor, milli görüş diyor, memleketi düze çıkarmalıyız, sanayi kurmalıyız, kendi alet edavatımızı biz yapmalıyız diyordu. Nifakçının tekiydi. Eski köye yeni adet getirmek istiyordu.

Allahtan ona fırsat vermemişlerdi amma şu Özal mıdır nedir, onu kontrol edememişlerdi. Öyle her ”höt!” dendiğinde ‘şapkasını da alıp gitmiyordu’. Memleketin içine eden oydu asıl. Dirliğini düzenliğini bozdu. Fakire fukaraya yol götürdü, onları parayla pulla tanıştırdı, sadece halk değil millet de refahtan payını alsın diyordu.

Oysa memleket ne rahattı. Memurun sırtı kalın, askerin keyfi yerinde, gazetecinin itibarı vardı… Servet de CHP’lilerde veya onların uygun gördüklerinde idi. Zenginlik neyine idi milletin? Özal milletin içine fitne soktu. Sonunda zehirlediler de adamı memleket yine kurtulmuştu(!)

Böyle işte… (Devam edecek!)

Mehmet Ali Bulut

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Azıcık Sabır


Boşanma haberleri evliliklerin kötüye gittiği üzerinden değerlendirilir genelde. Bense her boşanma haberinde çocuklar varsa hemen yaşlarına bakarım. Son zamanlarda özellikle 1-4 yaş arasında çocuğu olan çok sayıda ailenin yuvalarının yıkıldığını görüp, kızımı büyütürken atladığımız eşiklere bir çok kişinin takıldığını fark ettim.
Çünkü çocuk bir yaşından dört yaşına kadar merak eden, karıştıran, peşinden koşturan, her şeyi kendi yapmak isteyen, inat eden, kendi kimliğini oluşturan, dediği olsun diye ağlayan, annesine son derece bağlı, oynamak isteyen sevimli bir yumurcaktır. Yaşadığımız pek çok kavga yeni rollerimizin tartışmalarıdır aslında. Anne ve baba olarak kavga ederiz pek çoğumuz. Çünkü bundan önceki tüm farklılıklar kişisel farklılıklarken, çocukla birlikte yetişme tarzımızın, yöntemlerimizin, kültürümüzün ne kadar farklı olduğunu fark ederiz. Uzmanlar sıkça “ortak bir dil” deseler de görünen o ki, hep ters bir rol paylaşımı da olur. Sabırlı-sabırsız, telaşsız-kaygılı, doğal-başkalarının söylediğini önemseyen… Dolayısıyla uzlaşma gerginliğiyle daha bir gerilen ve çocukla birlikte gelen bu kırılma anını evliliğin depremi yanılgısıyla yanlış bir tercih diye düşündüren zamanlar çok kişinin yaşadığı şeylerdendir.

Anne ve baba olmak insanı ters yüz eden bir şey, kabul etmek gerekirse. Bütün çocukluk anılarını bilinçaltından çıkarıp önümüze seren, yoran; ancak fark edersek bir yolculuğa iten muazzam bir duygudur aynı zamanda. İnsan hem kişisel hikayesinin yorgunluğunu atmaya çalışırken hem de anne baba olmayı öğreniyor bu süreçte.

Bir problem karşısında önce en bildiğimiz yöntemi kullanıyormuşuz. Dolayısıyla bilgi depomuzdan ilk çağrılan şiddetse onunla, bu depodan ilk çağrılan şefkatse onunla problemi çözmeye çalışıyoruz kriz anında… Bu farklılık da genelde “Çocuğa niye bunu dedin? Niye çocukla ilgilenmedin? Bu çocuk niye ağlıyor? Çocuğu niye düşürdün?” tartışmalarına kadar gidiyor. Üstelik hepimiz bunu çocuklarımızın iyiliği için yaptığımıza inanıyoruz.

Dediğim gibi bunu herkesin yaşadığı ortak bir sıkıntı gibi görmeyip kişisel bir zaafiyet olarak algılarsa insan, “Evlilik içinde mutsuz olacağıma, ayrılıp çocuğumu sağlıklı bir ortamda yetiştireyim” durumuna kadar gelebiliyor.

Rabbim büyük imtihanlar göstermesin ama çocuğun hem anneye hem de babaya duyduğu sevgi gösteriyor ki, birininden biri eksik kalırsa ya da roller tersine dönerse çocuk için en zor olanı asıl bu oluyor.
Ben her kriz anında kendime sıkça bunu hatırlatırım. Bunun bir süreç olduğunu ve normal olduğunu… Aslında bu farklılık bizi aile yapan unsura o zaman dönüşebiliyor. Çocuk kendi kişiliğini ortaya koymaya çalışırken bize de tüm farklılıklarımızdan mutlu bir aile çıkarma terbiyesi öğretiliyor Rabbimiz tarafından, bana göre…

Okumayı, düşünmeyi, duayı bırakmadan çocukla kurduğumuz bağ sebebiyle bütün kötü giden ilişkilerimizi düzeltebileceğimize inanıyorum ben. Tabii bu, tüm yaşadıklarımızın ardından sabırla fark edilen önemli unsur… Yoksa ilk eşikte takılanların hikâyelerini okumaya devam ederiz Allah korusun.

 Hepsi geçiyor. Tartışan “karı ve koca” değil, “anne ve baba” rollerimiz genelde. İşin sırrı bu farkı görmekte sanki…

Ne dersiniz?


Tugba Akbey Inan

15 Mayıs 2012 Salı

Türkiye'nin dünyadaki seçimlere etkisi

Birer birer devriliyorlar... Türkiye düşmanlığı yapmak giderek kazandıran olmaktan çıkıyor, kaybetmede etkili olan faktörler arasında geliyor.
Nitekim beklenen yine oldu...
Almanya'da 1,5 yıl sonra yapılacak genel seçimlerde üçüncü kez başbakanlık koltuğuna oturmayı düşünen Angela Merkel, Almanya'nın en kalabalık eyaleti olan Kuzey Ren Vestfalya'daki seçimlerde büyük bir yenilgi aldı.
'Mini genel seçim' sadece Almanya için değil, Merkel'in Euro bölgesi planı için de bir referandum olarak görülüyordu.
Eyalet deyip geçmemek lazım. 18 milyon nüfuslu Kuzey Ren Vestfalya'nın ekonomik büyüklüğü tek başına Türkiye kadar...
Geçen hafta da Fransa'da Cumhurbaşkanı Sarkozy devrilmişti.
Yunanistan'ın akıbeti zaten belliydi.
Öncesinde İtalya, İspanya ve İngiltere'de yönetim değişiklikleri olmuştu.
Tarih yolculuğu içinde devletlerin ve milletlerin kaderini etkileyen temel faktör, insanlık tarihinin kırılma noktalarını oluşturan kritik eşiklerde kendinizi nerede konumlandırdığınızla ilgilidir.
Olmak ya da olmamak gibi bir tercihtir bu.
Alınacak kararlar milletlerin kaderini etkiler.
İttihatçı zümrenin Birinci Dünya Savaşı'na Almanya'nın yanında girme kararı nasıl ki Osmanlı Devleti'nin çöküşüne neden olduysa, bismillah deyip tarihin akışı içinde yeni bir yolculuğa çıkan Türk Milleti'nin Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında gösterdiği tarihsel refleks de ülkemizin kaderinde belirleyici olmuştur.
Türkiye'yi işgal eden ülkelerin giriştikleri bu maceradan istedikleri neticeyi alamamaları, kurdukları tüm tuzakların, geliştirdikleri tüm senaryo ve planların Türk Milleti'nin azmi karşısında iflas etmesi, bu ülkelerin tamamında savaşı yöneten lider kadroların makam ve mevkilerini kaybetmesine, başta İngiltere ve Amerika olmak üzere, Fransa, İtalya ve Yunanistan'da hükümetlerin iktidardan düşmesine neden olmuştu.
Türk Kurtuluş Savaşı'nı örnek alan çoğu ulus, daha sonraki yıllarda başlarındaki esaret zincirini kırmak için harekete geçmiş ve kısa sürede çok sayıda millet bağımsız birer ülke olarak dünya sahnesindeki yerini almıştır. Bu açıdan Türk Kurtuluş Savaşı sadece Türk Milletinin destanı olmaktan çıkmış, ezilen tüm ulusların destanı ve efsanesi haline gelmiştir. Anadolu'daki gelişmeler dünyayı etkilemiştir.
Önceki hafta Avrupa kıtasında sonuçları dolaylı olarak Türkiye'yi de etkileyen 5 ülkede birden seçim yapıldı. 2012 yılı sonuna kadar dünyanın %53'ünde seçim var.
Bu tablo şu anlama geliyor:
Dünyanın pek çok ülkesinde iktidarlar el değiştirmeyi sürdürecek.
Yeni bir dünya geliyor.
Uluslararası siyasette masada kartlar yeniden dağıtılıyor.
Yeni ittifaklar doğuyor.
Yeni bölgesel güç merkezleri oluşuyor.
Dünyanın siyasi ve ekonomik ağır merkezleri değişiyor.
Dünyada liderliğe soyunan yeni ülkeler sahneye çıkıyor.
Bizim açımızdan tüm mesele, Türkiye'nin bu yeni fotoğraf karesinde nerede yer alacağı.
Dünya 2008 yılında başlayan küresel finans krizinin ardından sarsıntı geçirirken, Türkiye'nin aynı süreçte ayaklarının yere sağlam basması ve savrulmaması, yeni dünya fotoğrafı içinde ülkemize yeni fırsatlar oluşturdu.
Türkiye bir kalemde es geçilen değil, kendisi ile teması avantaj sağlayan, dostluğu güç kazandıran, düşmanlığı risk oluşturan bir ülke haline geldi.
İletişim çağının verdiği olanaklarla tüm dünya olan biteni yakından takip ediyor. Bu tabloda Türkiye'nin görmezden gelinmesi mümkün değil. Türkiye'nin kredi notunu düşük gösterenler kasıtlı olarak Türkiye'nin olumlu görünümünü perdelemek istiyorlar. Fakat artık mızrak çuvala sığmaz.
Üstelik ülkemizin jeo-stratejik konumu görmezden gelinmesine imkân vermiyor.
Çok sayıda yabancı devlet adamının ve küresel sermayenin önemli aktörlerinin ülkemize yoğun bir şekilde ziyarette bulunmasının bir nedeni de bu...
Türkiye'deki gelişmeler şu an dünyayı tahmin edilenden çok daha fazla etkiliyor.
Ülkemizde muhalefetin bir türlü çıkış yapamamasının bir nedeni de, dünyanın gittiği noktayı okumaktan aciz kalmaları...
Eğer Türkiye 10 yıl daha siyasi istikrarını ve ekonomik büyümesini sürdürürse, bu ülkenin 10 yıl sonra geleceği nokta sadece ülkemizin değil, tüm dünyanın gözlerini kamaştırır. Dış dünyada Türkiye'ye düşmanlık besleyen siyasetçiler kendi ülkelerinde de büyük ölçüde kaybeder. Türkiye'nin dostluğunu önemseyen siyasetçiler de kendi ülkelerinde çıkış yakalar.
Türkiye artık dışarıdan hizaya sokulan değil, dünyaya yön verme iddiasında olan bir ülke haline gelmeye başlamıştır.
Türkiye'yi yönetmeye talip partilerin ve siyasi aktörlerin bu perspektif içinde olması, kendilerini seçmen nezdinde daha popüler kılacağı gibi, toplumda umut oluşturmalarına da katkı yapar.

Daha da güzel günler geliyor. Hele az sabır...

Prof. Dr. Osman Özsoy

13 Mayıs 2012 Pazar

Utanmayı Unuttuk


İlk defa itiraf ediyorum, çocukluğumun geçtiği evde mutfağımızın arka penceresi arkada oturan komşumuza bakardı. Bir yaz, komşumuz evini üç aylığına İstanbul’dan gelen akrabalarına bırakıp gitti. Ben o zaman İstanbul’u çocuk aklımla o kadar büyük görüyordum ki İstanbul’dan gelmek benim için uzaydan gelmek gibi bir şeydi...


Meraklıydım ve çaktırmadan yeni gelen komşularımızı ara sıra tülün arkasından seyrediyordum... O zamanlar çocuk kalbimde iyi bir şey olmadığını hissederek kaçamak seyirlerle ve suçluluk duygusuyla karışık bir halde hemen camın önünden çekilirdim... Ne giydiklerini, ne yediklerini merak ederdik. Hayatlarını bahçede yaşadıklarından ve hayli gürültülü olduklarından, bir dizi seyreder gibi üç ay boyunca seyrederken, kaçamak bakışlarla vicdanımız arasında gidip geldiğimi hatırlıyorum...

Şimdiyse geldiğimiz noktada facebook adı verilen gözetleme kulemizde arkadaş olarak tıkladığımız herkesin hayatını yirmi dört saat gözetliyoruz da hiç birimizin vicdanı rahatsız olmuyor.

Yeni doğan bebekleri, anne-babalarından hemen sonra facebook penceresinde görmek mümkün. Dünyaya açılıyorlar hemen. Ve arkasından bir sürü tıklanma, beğenme... Yirmi dört saat içinde bebek meşhur oluveriyor.

Düğün resimleri, nişan resimleri, piknik resimleri avaz avaz “Bakın biz ne kadar da mutluyuz!” diye bağırıyorlar. Ve kendilerini beğenecekleri bekliyorlar. Onay bekleyen ve onay bekleyerek varoluşunu gerçekleştirme çabası sergileyen zavallı insanlara gönüllü olarak dönüşmekteyiz.

Herkes benliğini paketleyip sanal pazarda insanların beğenisine sunmakla meşgul...

Narsizm alabildiğine körüklenirken, herkes kendi benliğini tavaf etmeye ve karşılıklı olarak da diğer benlikleri bir alışveriş cinsinden onaylamayı alışkanlığa hatta bağımlılığa kadar götürmüş durumda.

Geçende dedesini kaybetmiş bir gencin dedemi kaybettim üzgünüm ibaresinin altındaki beğen butonu onun üstünde tıklanmıştı. Şimdi beğenenlere sormak lazım: Neyi beğendiniz acaba? Dedenin ölmesini mi, durumunu mu, üzgün oluşunu mu? Duygusunu herkesle paylaşmasını mı? Ben bulamadım cevabı, belki siz bulursunuz...

Bir danışanım sinir krizi içinde eşinden bahsediyordu, “Hafta sonunu nasıl geçirdiniz?” soruma karşılık: “Nasıl olacak? Evet, bir yere gittik gitmesine ama birlikte olmamıza rağmen birlikte değildik! Çünkü eşim elinde cep telefonuyla gördüğü çiçeğin resmini “Face”ye yükleyip gelen tıklara bakmaktan, yediğimiz yemeğin resmini çekip “Twitter”de paylaşmaktan, gerçekten bizimle olamadı!” diye yakınıyordu.

Nasıl hissettiğimizin nasıl gördüğümüzün, nasıl lezzet aldığımızın bir önemi kalmadı. Çünkü odak noktamız yaşamak ve anlamlandırmak değil! Yaşar gibi yapmak ve başkalarına göstermenin getirdiği narsist oyalanmayı yaşamak. Herkes göstermekle bu kadar meşgulken kim seyredecek acaba?

Bir çocuk resim yaptığında veya oyun hamuruyla bir şey ürettiğinde nasıl koşarak annesine göstermeye getirir, annesinin onayını beklerse ve annesinin onayını alamadığında mutsuz olursa, bugünün insanları da benzer şekilde sanal dünyadaki sanal bakışların beğen butonuyla tıklanarak onaylanmasının arayışına kaptırmış gidiyorlar.

Çocukluğun doğal ve aşılması gereken bu sürecini hala devam ettirmeye çalışmak, bir büyümemişlik durumudur ayrıca.

“Ben şuradayım, ben buradayım... Ben şunu yiyorum... Köpeğim kedinin peşinden koştu... Şimdi aksırdım...” gibi boş gevezeliklerden bahsedenlere soruyorum: Bana ne? Paylaşacaksanız gerçekten değerli olanı paylaşın, kendinizi değil. Bir hakikati paylaşın mesela. Bir düşünceyi ama önce kendiniz için hissedin, kendiniz için düşünün. Başkalarıyla paylaşmış olmak için değil.

Parmak uçlarında yaşayan sanal ortamlara bakmadan, beğenen sayısını veya kimin ne paylaştığını öğrenemeden uyuyamayan takıntılı insanların sayısı her geçen gün artmakta. Gün içinde Facebook’a baktığınız kadar, eşlerinizin ve çocuklarınızın yüzlerine baksaydınız daha keyifli insanlar olurdunuz şüphesiz. Beğen butonuyla yalancı onaylamaları bırakıp, gerçek dünyadaki sevdiklerinizin gerçek edimlerini onaylasaydınız daha mutlu olurdunuz inanın.

Sonuç olarak diyebilirim ki utanmayı unuttuk. Her halimizi ortada yaşıyoruz. Ve karşımızdakileri görmediğimizde sınırları daha da ileriye götürebiliyoruz. Her şeyin ifşa edilmesi, her yapılanın anında ortaya dökülmesi, yakın gelecekte ne türden ruhsal hastalıklara neden olacak, kestirmek zor değil! Paylaşmanın anlamının kaybolduğu, utanmanın utancından kaybolduğu günlere kalmadan kendimizi sorgulamanın zamanı gelmiştir diye düşünmekteyim...


Nazlı Özburun / Aile Terapisti
nazliozburun@gmail.com

10 Mayıs 2012 Perşembe

Evin annesi toplumun aynası


Şefkat kahramanı kadın çok defa kendi rolünü seçemiyor günlük hayatta. Kimi mesaisini kimi de ev işlerini abartıp her şeyden önce bir eş ve anne olduğunu unutuyor. Zamanla bu naif ruh, eşya ile hayat koşuşturmacası arasında yitip gidiyor.

Bir yolculuk sırasında Allah Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) Enceşe isimli bir arkadaşı develerin önünde, daha hızlı yürümeleri için şarkı söyleyerek tempo tutmaktadır. Şarkı hızlanır, tempo yükselir ve develerin sürati de artar. Develerin üzerinde bulunan hanımlar için endişelenen Peygamber Efendimiz, Enceşe'ye seslenir: "Enceşe dikkat et! Billurlar kırılmasın!" Kalben naif ve yaratılış itibarıyla şefkat kahramanı kadını ne de güzel tanımlar bu ifade: Billur! Öyle ki üzerine şefkat güneşi vurduğu zaman göz kamaştıran ama bir o kadar da kırılgan ve hassas bir fıtrattır o. Bu hassas ruha herkes bir rol biçer hayatında. Kimine yâr, bazısına evlat ama en çok da annedir kadın, Âdemoğluna. "Cennet annelerin ayakları altındadır." hadis-i şerifi de gösteriyor ki annelik, dünyadaki en kutsal rollerden biri. Anneler Günü dolayısıyla yapılan programlarda ve yayınlanan haberlerde onların değeri defalarca dile getiriliyor, getirilecek. Tabii ki annelerimiz birer şefkat-fedakârlık abidesi ve biz onların hakkını hiçbir şekilde ödeyemeyiz. Fakat biz onları bu kez farklı açılardan anlatmak istedik. Gayemiz sadece bir fotoğraf sunmak değil elbette. Arzumuz en çok da 'toplumun aynası' olan kadınlarımızın kendilerine ayna tutmalarını sağlamak. Annelerimizin, taşıdıkları sıfatın mahiyeti hakkında kendilerini biraz olsun sorgulamalarına yardımcı olmak. Zira pek çok kadın, ne rolünü ne de bu rolün gereklerini bugün Rabb'inin istediği ölçüde belirleyemiyor. Üstelik kahramanı olduğu oyunda erkeklerin kimi zaman din kimi zamansa örf menşeili tariflerine de maruz kalabiliyor çoğu zaman. Başkalarının kurduğu '-meli, -malı' cümlelerine ayak uydurma yolunda ömür tüketiyor bu naif ruh.

Toplumda önceden kadınlar, 'çalışan' ve 'ev hanımı' şeklinde tanımlanırken, günümüzde bu ayrım ortadan kalktı. Bunun yerine 'çalışan' ve 'çalışmayan' kadın kategorisi kullanılmaya başlandı. Biz de bu kategorilerde yer alan kadınların yanlış algılarını değiştirmeye çalışacağız.

Ev hanımı statüsü bugün her iki grubu da kapsar hale geldi. Zira dışarıda işçi veya işveren olan da evinde oturan da aslında evinin hanımı. Fakat kimisi 'hanım' kelimesinin büyüsüne fazla kapıldığı için midir bilinmez, eşinin gönlündeki 'sultan' makamını unutarak kendisini ev işlerine kaptırıveriyor. Öyle ki gün kızıl örtüsüne bürünüp uzaklaşırken o, hâlâ bir şeyleri temizleme telaşında oluyor. Çocuğuyla ilgilenmeyi bile çoğu zaman temizlikle eş tutuyor. "Ben iyi ve ilgili bir anneyim. Çocuğumun üstü başı tertemiz!" cümleleri de buna tanıklık ediyor çoğu zaman. Oysa çalışanıyla çalışmayanıyla bütün ev hanımları bilir ki ev işi nankördür! Sanki dün bir dolu kimyasal temizlik malzemesi içinde çırpınarak pırıl pırıl yapılan ev orası değildir. Hal böyle olunca bu temizlik fiili her gün aynı şekilde tekrar ediliyor. Ne deterjan kokuları arasında Rahman'ın hediyesi çocuğun kokusu duyulabiliyor ne de banyodaki aynanın lekesi kadar yavruların kalbindeki boşluk düşünülebiliyor. Adeta eşyanın hizmetçisi haline gelen kadın, dünyada ikinci plana atamayacağı annelik rolünü unutuveriyor.
Çocuğun dünyaya gelmesiyle birlikte 'kaliteli zaman tanzimi' yapamayan nice anneler, adeta eşya ile çocuğu arasında yitip gidiyor. Bazıları evladına duyduğu ilgiyi o kadar abartıyor ki tek dertleri onların mutluluğu, sağlığı, başarısı ve mesleği oluyor. Belki de gösterdikleri aşırı fedakârlık sebebiyle aynı ilgiyi büyüdüklerinde bu kez çocuklarından bekliyorlar. İyi bir iş sahibi olmaları için tabiri caizse "saçlarını süpürge ettikleri" biricik oğul ya da kızlarının, aynı hassasiyetle kendilerine bakmalarını arzu ediyorlar. Bu durum da malum kayınvalide-gelin/kayınpeder-damat vs. sorunların yaşanmasına yol açıyor.

Ev işi ve çocuk bakımı yüzünden kendini geliştirmeye fırsat bulamayan kadınların sayısı da az değil. İyi bir evlat yetiştirmek için dahi kitap okumayan, evinin içerisinde bile olsa fikir ya da fiil üretmeyen kadının hanımlığı sadece dört duvar arasında kalıyor. O evde dururken çocuklar okulda, eş ise işi gereği girdiği ortamlarda yeni şeyler öğrenerek kendini geliştiriyor. Fakat eve döndüklerinde bu birikimi aktaracak bir muhatap bulamıyorlar. Bu da zamanla aile içi iletişimsizliğe sebep oluyor. Gerisi acı ama bilindik bir hikâye: Yıllar geçtikçe eşini beğenmemeye başlayan beyler, annesini, kutsalını küçümseyen evlatlar ve kendine güvenini yitirip amaçsız kalan bir kadın...

Aile danışmanı İnci Yeşilyurt, ev işlerinin eskiden olduğu gibi kazanda kaynatılan çamaşırlar, kömürde ısıtılan ütüler ve taşıma su ile yıkanan bulaşıklar gibi olmadığına vurgu yaparak değişen ev hanımlığına dikkatlerimizi çekiyor. Kadınları çalışan ve çalışmayan diye ikiye ayıran Yeşilyurt, bu fikrini şöyle açıklıyor: "Günümüzde dışarıda çalışan da evinde oturan da ev hanımı aslında. Çünkü çalışmayan kadınların günlerini tükettiği ev işlerini çalışan kadınlar da yapıyor. Üstelik çalışanlar, 'Günün nasıl geçti?' sorusunun cevabında bu yaptıklarına hiç yer vermiyor." Öyle ki çalışan kadının işe gitmeden önce çamaşır makinesine attığı beyazlar, iş dönüşü bir önceki akşam hızlıca pişirdiği iki çeşit yemek ve akşam çayı sonrasında belki yarım saatini alan ütü, işyerinde harcadığı 10 saatlik mesainin yanında dile getirilmiyor bile. Halbuki tüm bu uğraşlar, çalışmayan bir kadın tarafından akşam eşiyle yaptığı sohbette yapılan konuşmanın yegâne teması olabiliyor. Tabii her ikisinin bu işlere harcadığı vakit gibi ortaya çıkan ürünün kalitesi de değişebiliyor. Kastımız ev işlerinin küçümsenecek şeyler olduğu değil elbette. Ama bunlar hayatın gayesi ve merkezî uğraşı haline getirilecek kadar da önemsenmemeli.

Çalışmayan kadınların çoğu, iş hayatını, uzun mesaileri ve evlerine fazla vakit ayıramama endişesiyle eleştiriyor. Zira bugün kadın, özellikle kalifiye mesleklerde ya full-time çalışmak zorunda ya da mesleğinden vazgeçip evde oturmak durumunda kalıyor. Oysa çalışmak sadece 08.00-17.00 mesai yapma şeklinde algılanmamalı. İnsan isterse evinden hiç çıkmadan da el becerisi, internet veya telefon aracılığıyla iş dünyasına katkıda bulunabilir. Ya da işverenlerin sağlayacağı part-time çalışma olanaklarıyla mesleğini, evini ve ailesini ihmal etmeden icra edebilir.

EVİNİN HANIMI OLDUĞUNU UNUTAN ÇALIŞANLAR

Dilerseniz film şeridini burada kesip şimdi de çalışan ve üretime katılan ancak evinin hanımı olduğunu unutan bir kadın portresine göz atalım. Çünkü hayat koşuşturmasına kendisini ziyadesiyle kaptıran çalışan kadınların da handikapları yosk değil. Bazıları kendine göre iyi bir bilgi birikimi edinmiş olsa dahi bunu paylaşmak için ailesine vakit ayırmadığından huzuru yakalayamayabiliyor. Yitip giden bir neslin yetişmesi bir yana, kalbine ihsan buyrulan kadınlık şefkatini, eşine de hakkıyla aktaramıyor. Ev işlerinde yardım edeni de yoksa her yere yeteyim derken hiçbirisine yetişemiyor. Muhabbet, huzur ve Allah rızasını yakalama adına kıyılan nikâhın gerekleri yıllar geçtikçe unutuluyor. Böylece sürüp giden tempolu iş hayatı karı-kocayı emeklilik günlerine ulaştırıyor. Artık boş vakitleri çoğalan yaşlı çift, huzurun önemini anlıyor. Fakat elden kaçan gençlik günleriyle birlikte insanın hayat neşesi ve enerjisi de azaldığı için geriye keşkelerle dolu bir geçmiş kalıyor.
Peki iş temposu arasında çokça olmasa da kaliteli vakit geçirilemeyip yitirilen nesil ne durumda dersiniz? Çocuklar bahane dinlemez. Çok defa onların umurunda değildir çalışmaya sebep olarak gösterilen iyi bir gelecek vaadi. Annesiz geçen günlerini sayan çocuk için önemli olan maddî imkânlardan ziyade ilgi ve şefkattir. Annesi işteyken uyuduğunda değil, birlikte kahvaltı edeceği sabahlara uyandığında mutlu olur. Büyüdüğünde annesinin paylaştığı bilgi birikimleri çok kıymetli hayat tecrübesi olsa bile aslında ona daha çok yalnız kaldığı zaman dilimlerini hatırlatır. Bu sebeple bakıcısıyla ya da kreşlerde oynadığı oyunları anlatmak istemez arkadaşlarına. Öyle ki bazı çocukların en büyük hayali harçlıklarıyla annesinden zaman satın almaktır. Kimi annesi kadar sosyal hayatta güçlü olduğunu zanneder. Ama ne zaman bir zorlukla karşılaşsa o an fark eder düştüğü yanılgıyı.

Konya Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erol Göka, son 50 yılda ivme kazanan bir değişimle çalışan kadınların handikaplarının iyice gün yüzüne çıktığını düşünüyor. Prof. Dr. Göka'ya göre dışarıda çalışmayı şart koşan bu değişim, bireysel özgürlükleri alabildiğince teşvik ederken, aile değerleri ve akrabalığı ise önemsizleştiriyor: "Ev içinde anne-baba-çocuk birlikte geçirdiğimiz zamanlar ve evlerdeki çocuk sayısı giderek azalırken, boşanmaların, tek ebeveynli çocukların, yalnız yaşayanların hızla arttığı bu süreç çok da hızlı akıyor."

HUZURU YAKALAMAK ELİMİZDE

Anlattığımız çalışan ve ev hanımı portreleri tabii ki uç örnekler. Kastımızsa her iki rolün de hakkını gerektiği ölçüde verebilme kaygısına vurgu yapmak. Ev işleri ve ailesi ya da çalışma hayatı ve ailesi arasında denge kuramayan kadın, orta yolu nasıl bulacak peki? İnci Yeşilyurt, burada kadının kaliteli zaman tanzimi ve üretkenliği üzerinde duruyor. Yani ister 10 saatlik bir iş mesaisi olsun isterse çalışmasın, bir kadının tüm bu problemlerin üstesinden gelmesi hem kendi hem de eşinin elinde. Zira kadının rolünü biraz da eşi belirliyor. Öncelikle günlük, aylık ve yıllık planlar yapılarak bir takvim hazırlanabilir. Burada yazar Mehmet Paksu'nun kendi ailesinde uyguladığı 'Beş S' formülüne bakmakta fayda var. Zira o, 'Sofra, Sayfa, Seccade, Seyahat ve Sevgi Birliği' olarak açılımını yaptığı formül ile ailesinin huzurunu sağlıyor. Paksu, aile bireylerinin toplandığı 'sofra' birliğinde, problemlerin daha çabuk çözüme kavuştuğu kanaatinde. Yuvayı çevreleyen mutluluk zincirinin ikinci halkası 'sayfa' birliği. Aynı odada uygulanan kitap okuma saatinin çok önemli olduğunu ifade eden yazara göre her bireyin okuduğu bilgileri paylaşması, bu birliğin en önemli amacı. Dinî yaşamda ayrılıklar olduğu zaman ailede problemler ortaya çıkabileceğine dikkat çeken Paksu, 'seccade' birliğini de olmazsa olmaz kabul ediyor. Dördüncü S olan seyahat, aileyi sosyal yaşama katan önemli bir diğer unsur. Çünkü buradaki amaç, aileden biri tek başına nereye gidiyorsa mümkünse hep birlikte ona eşlik etmek. Bu şekilde ebeveyn çocuklarının gittiği yerlerden haberdar oluyor ve aile bireylerinin karıştığı sosyal ortam yerinde görülüyor. Mehmet Paksu'ya göre, ilk dört S yerine getirildiğinde, ana halka olan 'sevgi' birliği de kendiliğinden kuruluyor.

Yazar Paksu'nun formülü ilk bakışta bize uzak görünebilir. Ancak günümüzde birçok insan, ailesi ile bu örnek yaşamı sürdürüyor. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin tanımıyla evinin 'kutup yıldızı' olan kadın, bu örnek yaşamın en temel öğesi. Hem evinin işlerini yapan hem de kendi el becerisi ölçüsünde üretime katılan kadınların sayısı oldukça fazla. Üstelik onlar, ne çocuklarını ne de eşlerini ihmal ediyor. Gazeteci-yazar Şemsinur Özdemir, bu kadınların örnek hayatlarını 'Hizmet Anneleri' adıyla kitaplaştırmıştı. Gününü namaz vakitleriyle 5'e ayırıp iki vakit arasında hayra koşturan bu şefkat kahramanları, sosyal hayata da karışıyor. Arkadaşlarıyla bir araya geliyor, koyu çay sohbetlerine dalıyor, gezilere katılıyorlar... Ancak bu uğraşların hiçbiri, onlara eş olmayı ve anneliği unutturmuyor. Allah dostlarının dediği gibi bir kere hedefe Allah rızasını koydukları zaman oturmaları da, kalkmaları da, konuşmaları da, susmaları da hep rıza eksenli oluyor.
Kitapta anlatılan örneklerden hareketle günümüzde kadınlar arasında yaygın olan altın günleri ve çay partilerinin içeriği yeniden gözden geçirilebilir. Mesela bu tür ortamlarda onun bunun hakkında konuşmak yerine aile eğitimi, çocuk yetiştirme, kişisel gelişim alanlarında fikir alışverişinde bulunulabilir. Evine maddî katkıda bulunmak isteyen bir kadın, vasıflarına göre evinde yabancı dil, hat, dikiş-nakış gibi dersler verebilir. Ayrıca isteyen her kadın, öğrenci, kimsesiz, felaketzede ya da sivil toplum kuruluşlarına destek olmak amacıyla düzenlenen kermes, konser, sergi gibi faaliyetlere katılabilir.

Bu öneriler yerine getirildiğinde kadın tam da yaradılış gayesine tevafuk eden bir hayat disiplini içerisine girmiş olacak. Böylece kadının başrolde olduğu anne-çocuk, karı-koca, gelin-kaynana ilişkilerinde geçimsizlik, huzursuzluk ve iletişimsizlik gibi problemlerin de üstesinden gelinebilecek. Zaten Allah Resûlü de "İki günü bir olan ziyandadır." demiyor mu? Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), hem bir eş hem ebeveyn hem de tüm bunların üzerinde bir kul olarak planlı bir hayat yaşamış ve gününü belli bölümlere ayırmıştı. Ailesi, Peygamber olarak yapacağı tebliğ vazifesi ve Rabb'ine kulluk etme adına yaptığı üçlü taksim, bizlere iyi bir örnek. Hazreti Peygamber, bu paylaşımda adaleti öyle güzel gözetiyor ki, ailesine ayırdığı vakitte kulluğuna dair bir şeyler yapmak istediğinde eşine dönüp "Ya Aişe! İzin verir misin Rabb'ime kulluk edeyim?" diyecek kadar ince davranıyor.

Kabul edelim ki hayatta hiçbir meslek, çalışma ve sorumluluk bütün insanlığın ebedî hayatını kurtarma adına yapılan tebliğ vazifesinden önemli ve ağır değil. Bu ağır vazifeyi yerine getiren Allah Resûlü, o yoğunluğu arasında ailesiyle kaliteli vakit geçirebiliyorsa, uzun mesai ya da ev işlerini bahane ederek çocuk ve eşlerimizi ihmal eden bizlerin kendini sorgulaması gerekiyor sanırız. Tüm bunların ötesinde görmemiz gereken büyük resim ise yaradılış gayemiz olan kulluğa ne kadar ehemmiyet verdiğimiz.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Doğrudan Kur’an çağı


Batı’da siyasi olarak sağ yükselirken ve Müslümanlara yönelik kısıtlayıcı uygulamalar artarken İslam da olmadık şekilde intişar ediyor ve yayılıyor. Fransa’da İslam, doğrudan veya dolaylı veya müspet ve menfi olarak seçimlerin malzemesi haline gelmiş bulunuyor. Sarkozy, Fransa’da 700 kadar caminin kendi aleyhinde birleştiğini ileri sürüyor. Keza Sarkozy seçimlere malzeme çıkarabilmek için Hasan el Benna’nın torunu Tarık Ramazan’a da sataşıyor. Onun sayesinde Tarık Ramazan, Fransız seçimlerinin ikonlarından birisi haline geldi. Sarkozy, Tarık Ramazan’ın da seçimlerde Müslüman kitlelerin Sosyalist aday Hollande lehinde oy vermeye imale ettiğini ileri sürüyor. Esasında fabrikasyon veya imal olan bu atıf, Tarık Ramazan tarafından yalanlanmakla kalmamış aynı zamanda Ramazan muhatabının salgıladığı zehri boşa akıtmak için seçimlerde favorisinin Sarkozy olduğunu söylemiştir!

Sarkozy ile Ramazan zıtlaşması başörtüsü meselesinden kaynaklanıyor. Stasi Komisyonu sırasında Tarık Ramazan, Sarkozy’nin başörtüsünü kısıtlaması yönündeki çabalarına itiraz etmiş ve eleştirmişti. İkisi televizyon ekranlarında başörtüsü meselesiyle alakalı olarak karşı karşıya gelmişti. Sarkozy bizdeki 28 Şubat sürecindeki bazı üniversite rektörlerini andırıyor. Kemal’ler silsilesindeki Kemal Gürüz ve Kemal Alemdaroğlu gibi. Sarkozy sürekli olarak Tarık Ramazan karşısındaki hazımsızlığını dile getiriyor. Seçimlerde Tarık Ramazan ve İslam’ı malzeme ve sağcılara yem yapmak isterken Ramazan’ın aydın olmadığını da söylemiştir. Artık aydın kriterini de Sarkozy belirliyor. Zira kendisine göre aydın Bernard Henri Levi tipindeki Siyonist filozoflar olmalıdır. Kendisi gibi Yahudi asıllı olan Kahn’a bile komplo kurduğu ileri sürülen Sarkozy’nin gözleri dönmüş olmalı. Lakin Sarkozy sayesinde Levi ile Ramazan arasındaki fark da açığa çıkmakta ve ilk defa Müslümanlar Fransa ve Batı’da entelektüel ağırlıklarını hissettirmektedirler.  Maalesef Sarkozy gibiler sayesinde Fransa’da Cumhuriyet din düşmanlığı haline gelmiş ve cumhuriyet ilkeleri neredeyse SSCB dönemindeki komünist ilkelere benzetilmiştir.
*
Sarkozy’nin ifadesiyle Fransa’da cami sayısı 700’ü bulurken Kentucky Üniversitesi İslami Araştırmalar hocası İhsan Bagby’nin araştırmalarına göre ABD’deki cami sayısı 2000 yılında 1209 iken 12 yıllık aradan sonra 2.106’ya ulaşmış bulunuyor. Cami sayısı 2000 yılından günümüze yani 12 yıllık dilimde yüzde 74 oranında artmıştır. (http://arabnews.com/opinion/columns/article622362.ece). Başka bir araştırmaya göre de, ABD’de Müslümanların nüfusu Yahudilerin nüfusunu geçmiş ve  2000 yılından itibaren Müslümanların sayısı 1.6 milyon civarında artış kaydetmiştir.  Fransa’da da Protestanların sayısını aşan Müslümanlar Katoliklerden sonra ikinci dini grup haline gelmişlerdi.  ABD’de en büyük dini grubu Protestanlar teşkil etmektedir. Onlardan sonra Katolikler 58 milyon ile ikinci sırayı almaktadır. Üçüncü sırada ise Müslümanlar gelmektedir. İhsan Bagby 2001 yılından itibaren cami merkezli araştırmalar yapmakta ve camilerin radikalizm değil entegrasyon merkezi haline geldiklerini ve Amerikalı Müslümanların genelinin kendilerini önce Amerikalı hissettiklerini veya tanımladıklarını ifade etmektedir. Bu alan araştırma ve çalışmaları ABD’nin Bernard Henri Levi’si mesabesindeki Daniel Pipes gibiler tarafından camileri masum gösterme kampanyası olarak algılanmıştır. Verilerin çarpıtıldığını ve tahrif edildiğini ileri sürdürmektedir. İhsan Bagby’ye göre, Amerikalı imamların kahiri ekserisi (en az yarısı) İslami kuralları modern şartlar ışığında yorumlamakta ve maslahat çerçevesinde esnek olarak anlamaktadır. İmamların sadece yüzde 10'u İslami kuralları harfi olarak anlamakta ve (canonical interpretation) yorumlamaktadır.
*
Buna mukabil, şüpheci odaklar hala Müslümanları ve camileri tarassut altında tutmakta ve Müslümanları potansiyel suçlu addetmektedir. Sözgelimi, İncilci Hıristiyanlar İslam’ın yayılmasıyla alakalı alarm zillerini çalıyor ve TLC Kanalı gibi kanallarda  “All-American Muslim”, "Bütün Amerikalılar Müslüman" gibi kışkırtıcı reklamlar vermektedirler. Bu kışkırtmayı 2004 yılında Bernard Lewis Avrupa düzeyinde yapmış ve mutaassıp insanların kulağına kar suyu kaçırmak istemiştir.  Avrupa’nın, nüfus göçleri ve Müslümanların doğum oranları nedenleriyle yüzyıl içinde tamamen Müslüman olacağını öngörmüş daha doğrusu Avrupa kamuoyunu ve karar mercilerini kışkırtmıştır.  28 Temmuz 2004’te Alman Die Welt dergisine verdiği mülâkatta Lewis aynen şunları söylemiştir: “Yüzyılın sonuna kadar Avrupa’ya İslâm hakim olacaktır. Avrupa Arap batısının, Magreb’in bir parçası haline gelecektir.” Lewis Avrupa’nın paranoyasını kışkırtmıştır. Bu paranoya nedeniyle New York Polisi Müslümanlara yönelik olarak gözetleme ve tarassut programı uygulamıştır.  Genel tabloya baktığımızda ‘İslam bihayr’ demekten kendimizi alamıyoruz. Kur’an ve İslam, Allah’ın himayesi altındadır. Ve bu himaye her geçen gün kendisini daha fazla hissettirmektedir. 11 Eylül ise hayra dönüşen bir şer makamında kalmıştır. 11 Eylül hadisesi, Bediüzzaman’ın Ağrı Dağı rüyasının küresel versiyonunu temsil etmektedir. Arapların deyimiyle: Rubbe darretin nafia/ Bazı zararlı şeyler faydalıdır. Bediüzzaman’ın dediği gibi surları yıkılan çağda Kur’an kendini savunuyor.

ABD’deki Terry Jones gibi bazı kendini bilmez papazlar Kur’an-ı Kerim’i yaksalar da Kur’an  kendini her düzeyde müdafaa etmektedir. Bediüzzaman'ın anlatımıyla rüya şudur:

"Birinci Sebep: Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: "Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir." Birden, o hâlette iken, baktım ki, mühim bir zat bana âmirâne diyor ki: "İ'câz-ı Kur'ân'ı beyan et." Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım. Madem i'câz-ı Kur'ân'ı bir derece beyan, Sözlerle oldu. Elbette, o i'câzın hesabına geçen ve onun reşehâtı ve berekâtı nev'inden olan hizmetimizdeki inâyâtı izhar etmek, i'câza yardımdır ve izhar etmek gerektir. İkinci Sebep: Madem Kur'ân-ı Hakîm mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır…"

Mustafa Özcan

Kadın Erkek Yalnız Kalınca…



Bir Havva Diyor ki…
Bu yaşadığım kötü olayı yazmayacaktım fakat benim gibi başkaları da aynı hataya düşmesinler diye yazdım; ama yazmak benim için zor oldu, anıları tekrardan yaşadım.
1 yıl 3 ay öncesinde bir arkadaşımın yanına gitmiştim, orda arkadaşımın iş arkadaşı beni görmüş tanışmak istemiş. “Farklı cemaatten birine olumlu bakar mısın.” dedi. Cevaben” farklı bir cemaat olması benim için önemli değil, herkesin gittiği yer aynı yerdir, benim için önemli olan şeylerden biri ahlakı, namazı olması içki sigarası olmamasıdır.” dedim.
İlk görüşmemizde ona her konuda açık oldum.Hangi cemaate bağlı olduğumu, her şeyi söyledim.O da kendini anlattı.Sonuç olarak olumsuzdum.Arkadaşım olumsuz olmamın nedenini sordu. “Görüşürken çok rahattı, gözlerimin içine bakarak konuşuyordu, senli hitap ediyordu, aynı zamanda ismimi çok rahat kullanıyordu, bu yüzden rahatsız oldum” dedim. Arkadaşım “mesleğinden dolayı öyledir” dedi, bir daha görüşmemi istedi. 2.görüşmede de aynı kanıdaydım. 3.görüşme derken kalbim çarpmaya başladı. Bunun nedeni ise bu zamana kadar ben ilk defa bir erkekle böyle özel bir durum için konuşuyordum.
Hamdolsun ki, ben ne ilköğretim ne ortaöğretim ne de üniversite yıllarımda hiçbir erkekle ne oturmuşum ne de muhabbet etmiştim. İsterseniz cahil deyin, bu kadar okumuşsun bunda ne var diyebilirsiniz.ilk defa iş hayatımda erkekler iş dışında hiçbir yerde bir erkekle asla konuşmamışımdır. Keşke iş hayatımda olmasaydı diyorum çünkü bu zamana kadar dikkat etmiştim.
Aracı olan arkadaşım artık bu görüşmeler nereye kadar gidecek, artık adını koyun dediler.Bu süre zarfında bulunduğum cemaatten ve birkaç kişiden onu araştırmalarını istedim.Gelen cevapları ona hiç söylememiştim.Olumsuz gelmişti cevaplar.Nedenlerini de bildirdiler.Fakat ben çok seviyorum diye artık izin verdiler.Peki dediler.Biz senin üzülmeni istemiyoruz dediler bana kırıldılar bu zamana kadar itaatkar olmuştum çünkü.İlk defa istişareye itaat etmemiştim.Onu bulunduğum cemaate sevdirmeye çalıştım.Hayır o böyle inanın ki dedim. İki taraftan da araştırdık hem onun cemaatinden hem de buradan iki tarafta olumsuz cevap verdiler, biz senin mutlu olmanı istiyoruz dediler.
Arkadaşım bu görüşmeler nereye kadar dedikten sonra, onu aradım bir görüşme yaptık.Bu şehirde en sevdiğim yerde görüştük.Ciddiyetini sorguladım.Heyecanlıydım çünkü benim kalbimin ilk baharıydı o kış soğuğunda.Utandığımdan dolayı yüzüne bile bakamıyordum..Ona bakarken gözlerimi kaçırırdım.Çünkü utanıyordum.Onunla her buluşmam da heyecanlanıyordum.Onunla buluşmaya gitmeden önce hep 2 rekat namaz kılardım.Allahım yardım et bu işten bize diye.Benden müthiş bir şey istedi.Başörtü takmamı istedi, çok sevindim. “Hemen şu anda yapamam, fakat evlendikten sonra yaparım” dedim. Fakat bu konuda yanımda olur musunuz dedim. Eve gittim 2 rekat namaz kıldım şükür namazıydı.O kadar mutluydum ki.sonra zamanla kendime bir başörtü aldım.O da bana almıştı bir tane hepsini evde takardım aynanın önüne geçip.
Bu süre zarfında bir gün elimi tuttu, önce izin vermedim fakat sonra izin verdim. Biz evleneceğiz dedi. Bir hadisi şerifi söyledi. “Evlenince bütün günahlarımız dökülecek ellerimizin arasından” dedi. Benim dini bilgim onun kadar değildir. Doğum günümde bana müthiş bir sürpriz yaptı kuran meali hediye etti.İşte bana verilebilecek en güzel hediye buydu.Bana hep ayetler hadisler ışığında cevap verirdi.Böyle zamanlarda eve gidip şükür namazı kılardım böyle bir insanı nasip ettiği için.Ona derdim ben kimsenin elini tutmadım ilk defa senin elini tutuyorum, bu benim için çok önemli bir şey demiştim.Zamanla gözlerimdeki o ar perdeleri kalkmaya başladı.Sanki biz yavaş yavaş karı koca moduna girmeye başladık.Hala adını koymuyordu.Zamanla bulunduğum cemaatin kitaplarına, büyüğüne laf atmaya başladı,Üzülüyordum.
Bir gün beni evine davet etti. Cemaat eviydi. Hiç kimse yokmuş, balık yapmış (o zamandan beri balık yiyemiyorum.)Benim sevdiğim şeyleri almış. “Gelmesem daha iyi olur.” dedim. Niye ki ne olacak dedi. Peki dedim.Tam evine giderken annem aradı, sesi ağlamaklıydı. “Yavrum rüyamda gördüm, bir adam sana kötülük yapıyordu dikkat et .”dedi. Anneme söyleyememiştim biriyle görüşüyorum diye bu gizlilikte beni bitiriyordu, üzüyordu.
Eve gittim.Yemek yedik film seyretme kısmına geçtik; fakat olmaması gereken şeyler yaşanmaya başlandı.Bana dokundu,vesaire şeyler, sonra cinsel içerikli teklifler.Eve geldim hıçkıra hıçkıra ağladım.”Evleneceğiz inşallah biz, anneme senden bahsettim.” dedi… Sonra bu olay yaşanmamış gibi hayatımıza devam etmeye başladık; çünkü o yaptığına pişman olmuş, özür dilemişti.
O sırada evlilik hakkına konuşuyorduk.Düğünümüz nerde olur, nasıl olur, tatilleri nasıl yaparız derdi ben de hep sen nerdeysen ben orda olurum. “Benim ailem köyde otururlar, inek sağar mısın?” dedi,”öğrenirim inşallah” dedim. Çalışma konusunda da kesinlikle çalışmamı istemiyordu. Çocuklara kim bakacak, bakıcı ya da annelerimiz mi bakacak, çocuk senin sözünü dinlemez dedi.Haklıydı onda da anlaştık çocuklar olunca ayrılacağım dedim.Kızım olursa ismini şunu koymak istiyorum demiştim.
Birlikte sessizliği dinlerdik,kavga etmezdik, o benim için çok değerliydi.O sinirlendiğinde ben susardım hiç karşılık vermedim.Onu görmeden sesini duymadan edemez oldum.O olayı unuttum.Bana hep kızardı niçin bana yemek yapmıyorsun.Bir arkadaşının mezuniyetine sarma yapmamı istedi.Evelallah yemeğin en kralını yaparım; fakat ismim sevgilisi diye geçiyordu.Ne sıfatla yapayım derdim.
Beni sevmiyorsun demişti, ama yapmamın doğru olmadığı kanısındaydım. Sonra 2. 3.4.5. yakınlaşmalar oldu olmaması gereken yakınlaşmalara devam etti.O işi yapmayı teklif etti; zevk alacağımı söyledi, kabul etmedim.
Bir gün benden ayrılmak istedi, sebep ise başörtüyü hemen yapmıyorum diyeymiş. Bir gece intihara karar vermiştim. Onu aradım hıçkıra hıçkıra ağladım, seninde bacın var dedim, kendimi kullanılmışlık hissinden alamıyordum.
Bu mailden sonra ertesi gün o yanıma geldi kırmızı güller almış.Bir daha deneyelim dedi.Onu o kadar seviyordum ki kabul ettim. Ertesi gün pikniğe gidelim dedi.Piknik dönüşü evine gittik bu evi cemaat evi değildi.Cemaat evinden ayrılmıştı, orda da olmaması gereken şeyler yine yaşandı.Beni gördüğünde dayanamıyormuş artık.Ertesi gün beni okula bıraktı, okulda hıçkıra hıçkıra ağladım.Boğuluyordum kimse yoktu tektim.
“Neler oluyor bana, nasıl olurda bir adamın evine giderim” dedim, bu zaman kadar ilköğretim lise, üniversite yıllarımda hiçbir erkekle muhatap olmamıştım.Sonra telefonla aradım ben başörtüyü evlendikten sonra yapacağım dedim, hemen yapmazsam ayrılacak mıyız dedim evet dedi, peki dedim kapattı telefonu..O hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etti. Benim içinse mücadeleler yeni başladı.
Onun için kazandığım bir pozisyonu bırakmıştım, çünkü yuva kuracaktım.
İnsan sevdiği için bütün fedakarlıkları yapar. 2 ay kadar sonra onu tekrar aradım “ben unutamıyorum o olayları, ben ne olacağım, bana dokundun 6 ay görüştün” dedim. “Ne yani sana dokundum diye evlenmem mi lazımdı” dedi . Sonra devam ettim “Dokundun ya o işi de yapsaydın….?” “Çirkinleşme” dedi. “Allah affeder, tövbe et dedi ” (yani suçlu sadece ben oldum ki öyle ki herhalde tedavi gören benim, o mutlu mesut devam ediyor).TÖVBE BASİT BİRŞEY Mİ? ve ekledi “sana dua ediyorum iyi biri ile karşılaşman için, çünkü sen çok iyi biriydin” dedi. “Ve namaz kılacağım, sana dua edeceğim, ben dua ettim Allahım hayırlısı değilse bu sevgiyi kalbimden al dedim ve aldı. Başörtüyü yapsaydın şimdi evli olurduk.” dedi.
Sonra tavsiyeleri vardı” Zaman her şeyin ilacıymış. Kendisi yeni insanlarla görüşerek beni unutmuş, bu sevgiyi kalbine gömmüş(!),bana da yeni biriyle görüşmemi” söyledi.
Dediğini yapamadım, çünkü her uyuduğumda o olay geliyordu aklıma. Kendimden tiksindim, eğlenilecek kız olarak gördüm. Son sözümü söyledim, Rabbim eğer hakkım varsa hakkımı helal etmiyorum ona . Bu dünya onun olsun, diğer alemde ondan hakkımı alacağım.Benim günahımı da bu dünyada al dedim.9 ay boyunca ağladım gizli olarak psikiyatriste gittim, ilaç kullandım. Bir gece yine intihar edecektim, kafamda tamam dedim. Birden uykuya daldım nasıl oldu anlamadım,sonra o gece rüyama bir alim zat geldi ve bana bir şey söyledi. Şu anda hala psikiyatrideyim %20-%30 iyileşme kaydetmişim.
Psikiyatrıma olayları, yaşadığım her şeyi anlatamadım, çünkü utanıyorum, o da bunun farkında. Kalkacaksın dedi. Allah ondan da razı olsun bırakmadı beni, hep yardımcı oldu.Toparlamaya çalıştı.Ben düşerken o beni tekrar kaldırdı.
Şimdi o bey nişanlıymış, istediği gibi birini bulmuş başörtülüymüş, fakat bana çalışmayacaksın demişti çalışan biriyle evleniyor. Çevremde ki arkadaşlar herkes onun nişanlandığını duyan herkes ohh çok şükür nişanlandı, ondan kurtuldun dediler. Ben bunu diyemiyorum çünkü çok sevdim onu.O beni kendine layık yar görmedi.Çünkü ben onun ailesine yakışan bir gelin değildim.Başörtülü değildim.
Psikiyatrımın bir tespiti var “onu öyle bir merkezine koymuşsun ki, hala ona güzel şeyler diyebiliyorsun, çok sevmişsin.” dedi.Ona kitap bile yazdım. Resmini yaptım. Yaptığım resmi ağlaya ağlaya yırttım.Mükafatlandırılan o cezalandırılan benim gibi geliyor bana. Niçin hala sevgim gitmiyor bunu anlayamıyorum.Bilemiyorum.
Ondan sonra karşıma çoook iyi bir insan çıktı; fakat ben kendimi o insana layık göremedim kendimi kirlenmiş, kullanılmış, günahkar hissinden alamıyorum. Psikiyatrımla istişare ettim ve o insana cevaben olumsuz gönderdim.
Peki ben nasıl ayağa kalkmaya çalışıyorum diye sorarsanız, benim gibi böyle durumlar veya daha kötüsünü yaşayan insanlara şunu diyorum DUA ile kalktım.Her gece teheccüt namazında rabbimle buluştum. Bir tek ona anlatabildim yaşadıklarımı görmüyor mu? Görüyor beni fakat anlatmak istiyorsunuz birilerine anlatamıyorsunuz.Ve kuran ve mealini okuyun.İnanın ki ruha çok iyi geliyor.Hatimler yapmaya çalışıyorum.O olay hep aklıma geldiğinde önce salavat çekiyorum, sonra estağfrullah, sonra da Hasbinallahü ve nimel vekil deyip düşüncelerimi değiştiriyorum.
Bütün genç kızlara söylüyorum hiçbir erkeğin evine ne olursunuz gitmeyin.Güvenmeyin.Cemaatçi, dindar dahi olsa..Çünkü hepimizin nefsi var…Ne olursunuz dikkat edin!
Bana da dualarınızı esirgemeyin, ihtiyacım var.

Erkekler de Ağlar




Bir Adem Diyor ki…
“Erkekler ağlamaz” cümlesi dünyanın en büyük yalanı ve bu sözü kullanan her kim ise dünya da görebileceğiniz en büyük yalancıdır. Tüm samimiyetimle söylüyorum ki inanın buna erkekler de ağlar, hele ki evladı için… ve gerçekten ağlamıyor ise efendimiz (s.a.v.) buyurduğu üzere “Allah sizin kalbinizden merhameti almış ise ben ne yapabilirim ki” hadisi düsturunca merhametsizin tekidir. Allah cümlemizi merhametten yoksun bırakmasın. (amin)
Muhterem kardeşlerim unutulmamalıdır ki bir erkek, evlendiği an itibari ile kendini evine, eşine, ailesine bağlamış, mutluluk umudu ile yanıp tutuşuyordur. Bu mutluluğun doruk noktası; anne rahmine düştüğünü öğrendiği an çocuğudur ve bu haber ile tüm dünyası değişir. Tüm zamanı ve çabası bu çocuk ve onun geleceği olur. Onun için daha çok çalışır, onun için daha az yer, onun için tüm zorluklara göğüs gerer, onun için hangi ismin güzel olacağını düşünür vs. vs. kısacası her ne yaparsa dünya ya gelecek o mutluluk umudunun geleceği için her şeyini seferber eder.
Örneğin;
Anne rahmine düştüğünü öğrendikten sonra onunla konuşmaya çalışır, çünkü dünyaya bırakabileceği en büyük mirastır. Bu sebepten dolayı olsa gerek eserinin en güzel bir biçimde oluşabilmesi için annesini ve bebeğini kontrol ettirir her 2 haftada bir özel hastanelerde. Dünyaya erken geleceğini haber alır ve tüm dünyası yıkılır. Beraberinde de tüm hayalleri… koyacağı isimden tutunda hayal ettiği tüm her şey, kağıttan yapılmış bir kule gibi… ama buna rağmen vazgeçmez. Doktorların yaşaması çok düşük bir ihtimal demesini göz ardı ederek. Doktorların biri gider biri gelir, bir kısmı yaşamaz ilaçla ölü doğum yaptıralım derken bir kısmı yaşam ihtimali verir. Ne hazindir ki yine de imzalar küçük kızının ölüm fermanını, eşinin ailesi ve doktor baskısı ile. Ama o sabiye ömür biçen yüce Mevla verilen 3 doz ilaca rağmen 28 saat yaşamasına ve hayata tutunmasına fırsat verir ve o dünyalar güzeli sabi gelir dünyaya sezeryan ile… baba için imtihan daha yeni başlamıştır.
Ve aylarca hastane kapılarında yatıp kalkar baba. Mübarek ramazan günü istenilen acil kan için, ciğeri beş para etmez insanlara diz çöküp yalvararak, reddedilir dindar görünümlü DİN(i)DAR lar tarafından, orucum bozulur gerekçesi ile. Minik kızının kan tahlilini özel hastanede yaptırmak için giderken kaza yapar, devlet hastanesinin labaratuvarı hafta sonu çalışmıyor olmasından ötürü. Uzun süre küvezde kalması nedeniyle gözlerinde retina ölümü başlar dünyalar güzeli kızının ve kazalı hali ile bulunduğu şehirden Ankara ya götürür ROB ameliyatı yaptırıp minicik gözlerini kurtarabilmek için.
Bu yaşananlar acılı baba ile ciğerparesi kızının yaşamından sadece 1 yıl bile değildir. Şimdi bu minik yavrusu 5 yaşındadır. Ve daha neler neler yaşar ve yaşamaya devam eder.
Ve ne hazindir ki kaybettiği serveti, işyerleri vs. den dolayı eşi de isyankarlık eder ve aşağılayıcı, kırıcı sözler ile bu babayı bezdirir yaşamından. Bu minik yavrucuğa gereği gibi bakmaz. Tüm bu yaşananlar doğrultusunda olan olur ve baba ayrılık kararı alır ve davasını açar. Sorumsuz annenin ihmalkar davranışları sebebi ile dünyalar güzeli kızının yaralanması vb olaylar nedeniyle… defalarca suç duyuruları yapar vs. vs. vs.
Sonuçta;
Ebediyen varolası devleti; evladı için meczup olmuş bu babayı saf dışı bırakır “yaşı küçük ve anne bakım şefkatine muhtaç” gerekçesi ile. Ayrıca kanun diye adını koyduğu yaptırım ve zorbalıklarla, bu babanın canparesini görmesini engeller. Bu fırsatı değerlendiren tamahkar annesi de müsaade etmez. En nihayetinde dünya ya gelmesinden tutun da hayata ve yaşama bağlanmasına kadar emeği ve çabası olan, servetini uğruna heba eden bu baba çocuğunu görebilmek için her görüş için, icra dairesi masrafı ve taksi ücretleri bedeli olan 200 lirayı bulamadığı için canparesini görememekte.
Ve bu fakir kardeşiniz aşağıda linkini verdiği videoyu sabaha kadar izler, evladını görmesine engel olan; kanun, kanun koyucu, kolluk kuvveti, adalet ve aile bakanlığı, ayrıca engel teşkil eden her şey ve herkese ıslah olmaları, Allah’ ın merhametinden bir katre bile olsa nasiplenmeleri için dua eder ve evladı için gözyaşı dökerek bu yazıyı kaleme alır.
SONSÖZ: ERKEKLER DE AĞLAR. Ağlamak, gözyaşı dökmek merhametin vücuda gelişidir. Unutulmamalıdır ki YÜCE YARADANIN MERHAMETİ KADAR, GAZABI DA VARDIR. Mevla bizleri gazabı ile muhatap olmaktan müstesna kılsın.
NOT: Allah rızası için izleyin ve yüreğinizdeki evlat sevgisini biçimlendirmeye çalışın, bakalım sadece annelerde veya kadınlarda mı evlat sevgisi var.

Adını Güzel Söyle



Mısralarını duyduğumda çok beğenmiş ve "Kulak Aşık Olurmuş Gözden Evvel" kısmını kitabıma isim yapmıştım. "Göz beğenir, burun aşık olur, kulak da sever."
Göz beğenir; fakat her beğendiğini sevemez. Ve beğendiğinden de çabuk vazgeçebilir.
Burun aldığı kokularla beyin de olmadık işler yapabiliyor. "Aşk kokudur" diyor bilim adamları. Nasıl her insanın parmak izleri farklıysa her insanın vücut kokuları da farklı oluyor.
Kulak ise kalbe giden yoldur. Sevgiyi de aşkı da yaşatan, yeşerten kulaktır. Sesini, sözünü sevmediğiniz birini gerçekten sevmiş olmanız zordur. Sözü sevdiren onun güzelliğidir.
Rabbimiz güzel sözler söylememizi tavsiye ediyor:
"Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.(İsra sûresi 53. âyet-i kerîme)
Allah Resulü: "Güzel söz sadakadır." ve "Sözlerde büyü etkisi vardır."buyuruyor. Kötü sözler insanları birbirinden soğutur, tatlı sözler ise sımsıkı bağlar.
İyi bir iletişim; öncelikle güzel hitapla başlar. Hitap; sözün başladığı yerdir. Sözün gidişatını belirler, çoğu zaman. Hitapta ilk adım karşımızdaki kişinin ismini güzel söylemektir. On yaş altı çocuklara "aşk nedir?" diye sormuşlar; cevapların içinde en çok beğendiğim: "Aşk öyle güzel bir şey ki, o isminizi söylediğinde "Benim ne güzel adım varmış dersiniz."  
Sevdiklerimizin ismini nasıl söylüyoruz ya da söylüyor muyuz? Bir evlilik bozulmaya başladığında ilk kaybedilen isimdir. Karı-koca birbirinin isimlerini söylemeyi bırakır "baksana, alo, bizimki, babamız, anneniz..."gibi tuhaf şeyler söylemeye başlarlar. Karı-koca başkalarının yanında eşine hitap etmesi gerektiğinde "bu" demeye başlar. Tanınmış o zamanlar çok iyi bir evlilikleri varmış gibi görünen bir karı kocayı birlikte katıldıkları bir televizyon programında izlemiştim. Erkek karısından bahsedeceği zaman hep "bu" diyordu. "Bitmiş bu evlilik" diye düşünmüştüm ve daha sonra doğru bir öngörü olduğunu gördüm.
Sevgili Peygamberimiz bir gün Hz.Aişe validemize: "Ya Aişe senin bana kızdığın ve benden memnun olduğun zamanları ben bilirim." buyurdu.
Hz. Aişe validemiz sordu; "Nereden bilirsin ey Allah'ın Resulü?" Efendimiz bu soru üzerine şöyle cevap verdi: "Benden memnun olduğun zamanlarda 'Muhammed'in Rabbine' diye yemin ediyorsun. Kızgın olduğun zamanlarda ise 'İbrahim'in Rabbine' demektesin"
Bunun üzerine Hz. Aişe Resulullah'ı memnun edecek bir cevap verdi: "Ey Allah'ın Resulü doğru söylüyorsun. Ancak ben kızdığımda sadece senin ismini dilimden bırakırım; sevgin ise her zaman kalbimde yaşar."
Farkında olmadan pek çoğumuz bunu yapıyoruz. Kızgınlık anında ilk yapılan karşıdakinin ismini terk etmek oluyor. Çocuklarımıza kızdığımız zaman "oğlum, kızım" demek bile içimizden gelmez.
Kızgınlıklar eşler arasındaysa ve sürekli tekrar ediyorsa eşler birbirinin ismini unutacak duruma geliyorlar.  
Geçmiş yıllarda bir hanım "Akşam misafirimiz vardı; kocam benden bahsederken yaklaşık yirmiden fazla "bu" dedi. 'Bu dedi ki, geçen gün bununla gitmiştik...gibi" Kadın çok üzülmüş. Konunun önemine binaen "Eşimle Tanışmayı Unutmuşuz" kitabımda "Bu" diye bir hikaye yazmıştım.
Peygamber efendimiz isim konusuna çok önem vermiştir; devesine, kılıcına bile isim vermiştir. Anlamı güzel olmayan isimleri değiştirmiştir. Sevdiklerine isim dışında tatlı hitaplar bulmuştur. Hz. Aişe'ye Hümeyra, "pembe yanaklım", Ya Uveyş  "Aişecik" gibi hoş hitaplarda bulunurmuş. Kızı Fatima ya, Hz. Ali'ye ve sahabeden sevdiklerine onların güzel özelliklerini vurgulayan sıfatlarla hitap etmiş. Toprak babası, Kedicik babası, Allah'ın aslanı, Allah'ın kılıcı... Süt annesi Halime' ye ve çocukken evinde kaldığı amcasının hanımı Fatıma Hanıma "Anneciğim" diye hitap ederdi. 
Bizim kültürümüzde saygı önemli olduğu için "anne, teyze, amca, dayı..."gibi yakınlık ifade eden hitapları kan bağımız olmayan kişilere de kullanırız. Bu durumda önemli olan hitaptan bizim değil; karşımızdakinin hoşlanıp hoşlanmadığıdır. Mesela yaşımıza yakın birine abla diyorsak ki kadınlar yaşlı görünmeyi sevmediği için hoşlanmayabilir, baştan kaybetmişizdir. Yaş takıntısı olan bir kadına "teyze" demek o kişi ile aranıza duvar örmek gibidir.  
Eski bir adetimizde de (hâlâ devam eden yerler varsa bilmiyorum) karı-kocanın başkalarının yanında özellikle aile büyüklerinin yanında birbirlerinin isimlerini söylemeleri ayıp sayılırdı; bu yüzden söyleyemezlerdi. Tabii isim dışında hitap da kullanılmıyordu. Bu edepten sayılırdı, bunun edeple ne ilgilisi olabilir çözemedim. Hani Allah Resulünü örnek alacaktık? Hatta isim söylememeyi dindarlık saymak bile var. Oysa bu kişiyi yok saymak gibi bir şey. Bu adetler yüzünden ömrü "bakhele" demekle geçen karı-koca çoktur. Allah'tan hacca gitmek gibi bir ibadetimiz var da karı-kocalar belli bir yaştan sonra olsa da "Hacı bey, Hacı Hanım" diyerek birbirlerine hitap etme imkanı bulabiliyorlar.
Bizde sevgili peygamberimizin yaptığı gibi güzel sıfatlarla hitap pek yoktur.
Sıfatlarla hitabı biz genellikle karşımızdakini yermek için, bir eksiğini göstermek için kullanırız. Kilosunu fazla bulduğunuz karınıza "tombişim" diye hitap etmeniz kalbini kırıp size karşı kırgınlık duymasından başka bir işe yaramaz. Kişinin arkasından bile olsa hitap çok önemlidir. Mesela kayınvalidesine "o kadın" diyen gelin ya da damat saygı sınırlarını zorlamışlar ve aralarına buz duvarı örmüşlerdir.
İstanbul'un bir ilçesindeki ailelerin lakaplarını gördüm bir sitede. Lakapların çoğu rencide edici; içlerinden çıksa çıksa beş on tane düzgünü ancak çıkar. Geneli şöyle minvalde gidiyor: "Çürükhacı, bitşükrü, dilki, eşkiya, garafadik, hayta,patlak, pırtıl, tırık, yılankırhan, zımbırık, çöpadil..." İslam ahlakına uyar mı bu lakaplar? Kaç nesil bu lakaplarla anılmak zorunda kalıyor. Bir aileyi hoş olmayacak şekilde anmak İslam terbiyesine, Resululluh'ın sünnetine hiç uyar mı? Allah'ın rızasına uyar mı?
Rabbimiz "Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın." buyuruyor. (Hucurat /11) Söylediğimiz güzel sözlerin iki dünyada mükafatı, kötü sözlerin ise hesabı vardır, azabı vardır. Kötü lakap takmak yasaklanmış.
O halde karşımızdakinin hoşlanmadığı kötü hitaplardan sakınıp, birbirimize güzel hitaplarda bulunmaya gayret etmemiz gerekiyor, sözlerimiz sevgimizi beslesin. Özellikle eşler arasında daha da dikkat etmek gerekiyor. Hitap eşe "seni seviyorum, benim için değerlisin" mesajı vermeli.
Özellikle peygamberimizin yaptığı gibi güzel vasıflara vurgu yapan hitaplar, kişinin o vasıfları korumak istemesine ve geliştirmesine sebep olur. Hataya dikkat çeken kötü hitaplarda o hatanın kalıcı olmasına sebep olabilir. Kullanılan kelimeler hipnoz gibi etkiler.
Sevgiyi ifade eden "aşkım, hayatım, birtanem..." gibi hitaplar ise günümüzde fazla kullanımdan etki kaybına uğradı. Mesela kadın; çocuğuna, kedisine, arkadaşına, kardeşine "aşkım" diyorsa kocasına "aşkım" demesi eşinin ne kadar hoşuna gidebilir.
Hitaplarla ilgili bir hikaye yazarken epeyce araştırmıştım. Karı-koca arasında en beğenilen hitaplar: Kadına; "Sultanım, gülüm, ceylanım, tatlım, kıymetlim,güzelim, sevdiğim...Erkeğe; "evimin güneşi, gönlümün aydınlığı, yiğidim, yarim, sevdalım, huzurum..."
Tabii hitaplarda cinsiyete uygun olarak yapılırsa daha doğru etki bırakır. Bir erkeğe "bebeğim, tatlım, yavrum" demek ya da erkeğin isminde kısaltma yapıp "cik" ekleri getirmek pek hoş etki bırakmasa gerek. Ya da bir kadına "yiğidim, aslanım" demek. İki cins içinde ortak kullanılan hitaplar da var tabii ki. Daha çok klasik hitaplar ortak kullanılıyor. "Canım, hayatım, aşkım...."
Bir de "karıcığım-kocacığım, benim güzel karım" hitapları seviliyor. Çünkü bu hitapları kimse eşi dışında başka birine söyleyemiyor. Sadece eşlere özel bir hitap bu ikisi.
Günümüz gençlerinin eşlerine kullandığı tuhaf hitaplar da var. "minnoşum, böcüğüm, danam, şerefsizim, tosbağam..." gibi. Bu hitapların yapacağı çağrışımlar ne olabilir ki? Ve bu hitapların sevgiyi ne kadar beslediği günümüz aşklarının halinden belli.
Sevgi sözcükleri, tatlı hitaplar özellikle kadınlar için çok değerlidir. Kadınların arada bir sevgi depoları doldurulmalı ki hayat enerjileri tükenmesin. Evlilik ilişkisinde sevgi- saygı dengesinde kadın erkekten saygıyı; erkek kadından sevgiyi eksik etmemeli.   
Bu yüzden ismi ya da hitabı söylerken içine duygu katılmalı, hissederek söylenmeli . Hitap ederken ses tonunu iyi ayarlamak, kelimeleri gönülden çıkarmak gerekir. "Hayattan bıktırdın" der gibi "hayatım" demek, "canın çıksın" der gibi "canım" demek kalpte pek iyi bir etki bırakmaz. Sözün etkisini ses belirler. Sesin ayarını da gönül yapar.
Kainattaki her şey sevgi ile güzelleşiyor. Sevmek ibadet hükmündedir. Güzel sözler sadakadır. Sevgi ile suya güzel sözler söylendiğinde içindeki kristaller güzelleşiyor. Suya kötü sözler söylendiğinde kristalleri bozuluyor. Sevgi ile yaptığımız işler bir başka oluyor.
Sevgimizi önce en yakınlarımıza vermek, önce onlarla yaşamak gerek. Sevdiğinizin gönül bahçesini tatlı sözlerle yeşertin, güllerini soldurmayın. Eşinize en son hangi güzel kelime ile hitap ettiniz, bir düşünün? Kadın-erkek iki tarafında eşinin güzel hitabına, tatlı cümlelerine ihtiyacı var. Güzel hitaplarla sevdiklerinizin hayatını güzelleştirin. En önemlisi adını güzel söyleyin. Siz onun adını söylediğinizde "Benim ne güzel adım varmış" diye düşünsün.
Yunus Emre sözün önemini ne güzel anlatır:
Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz,
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz.
Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini,
Bu cihan cehennemini, sekiz cennet ede bir söz.
Yazıyı Rabbimizin tavsiyesi ile bitirelim:

"İnsanlara güzel söz söyleyin." (Bakara sûresi/ 83)

Sema Marasli