25 Nisan 2012 Çarşamba

Kâbe


Bir kere ne yazsam, nasıl yazsam çok ama çok eksik olacak. Yetersiz ve yüzeysel olacak. En başından itiraf ve ilan ediyorum.
Ama gitmeyenlerin, gidemeyenlerin gidenler üzerinde hakkı olduğu düşüncesinden hareketle, belki bir iki kişinin de olsa aklına gönlüne gitmek düşerse diye, daha evvel gidip de özlemle oralardan haber bekleyenler varsa diye, zaten bir haftadır kendim de anlatmadan duramıyorum diye... haddim olmayarak, ar ederek, eksik olduğunu bilerek birkaç satır yazacağım, izninizle.
Efendim, Hicaz’dan döneli bir hafta oldu.
Hacca, Hicaz’a gidip dönenler derdi demesine de, neyi kastettiklerini şimdi anladım.
Bir haftadır kendimi adlı adınca “gurbet”te hissediyorum.
“Cennetten düşmüş olmanın kederi” gittikçe koyulaşıyor, resmen burnumun direği sızlıyor.
Hayata katılmak kaçınamadığınız bir zaruret. İlla bulaşıyorsunuz ucundan kıyısından ama esasında yaşanılan derin bir depresyon hali. Hissedilen, apaçık bir “Kâbe hasreti”...
Sevgiliyi özlemenin, düşünmenin, hayaller kurmanın, kederlenmenin belki çok uzak bir benzeri, ama kesinlikte kat be kat şiddetlisi, lezzetlisi, hakikatlisi.
Öyle bir hasret ki bu, Medine’de, Ravza-i Mutahhara’da, Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in huzurunda olmak dahi dindirmiyor. Ve kim bilir Kâbe’yi, O’nun nasıl bir özlemle özlediğini düşünmeden edemiyor, kederlendikçe kederleniyorsunuz.
Hira’ya çıkıyorsunuz vahyin indiği, Peygamber’in peygamberlikle şereflendiği, “İkra!” dendiği Nur Dağı’na. Azıcık da olsa anlıyorsunuz Efendimiz, o sert, o çok haşin coğrafyada, kara kavruk Mekke’de yoldan sapanların, puta tapanların arasında bunaldıkça neden kaçıp sığınmıştır bu yekpare kayaya.
Ama taş dağlarının çevrelediği vadinin rüzgârı alnınızı serinletirken ve Cibril’in kanatlarıyla doldurduğu geniş ufku seyrederken bile gözünüzü alamadığınız yer, yine uzaktaki o “kara küp” oluyor.
Mıknatıs gibi kendine çekiyor sizi.
Akımına kapılıyor ve gidip eteğine yapışıyorsunuz.
Müslüman kadınlar ve erkekler dinleri dışındaki aidiyetlerinden ve kimliklerinden, ırklarından, milliyetlerinden, statülerinden, diplomalarından, banka cüzdanlarından, yaşlarından, cinsiyetlerinden soyunmuş olarak, kefen niyetine ihram giyerek buradalar.
Kullukta zahiri eşitlik.
Işığın etrafında “yakma beni” diye yakaran pervaneler hepsi.
Güneş etrafındaki şaşmaz yörüngelerinde sebatkâr dünyalar.
Çekirdek etrafındaki gayretli elektronlar.
Kâbe’nin girdabında “sırat-ı müstakim”e talip ve inşallah dâhil olanlar.
Bir nehrin denize kavuşmak isteği ve çabasından farklı değil sanki. Bir damlacık kul iken, akan kabaran köpüren taşan ve girdabına çeken o coşkulu akışa, “İbrahimîümmete” karışmayı istemek. Ümmet ne demekmiş, hissettirerek öğreten mekan.
Tüm Müslümanların günde beş vakit yönünü dönüp secde ettiği yer burası. Yerin ve göğün, varlığın ve hakikatin mihenk taşı. Yerin altındakilerin vaktiyle, henüz üstünde olanların halen, kalbini sabitleyebileceği tek nokta.
Sizi, “fabrika ayarları”nıza döndürecek etki gücüne sahip.
Kesinlikle “bu dünyaya ait olmayan”. Hadi diyelim ki, ötelerden apaçık manalar kuşanmış olan.
Tavaf haline, namaz haline, seyrine doyum olmayan ve çok özlenen...
***
Söylemezsem çatlarım
Yazılacak, anlatılacak çok şey var aslında. Umrenin rükünleri, ibadetlerin lezzetleri ve ontolojik manaları, Mekke ve Medine şehirleri hakkında... Sosyolojik ve hatta siyasi değerlendirmeler yapmak da mümkün. Lakin şimdilik bunu yapmayacağım. Söylemeden edemeyeceğim tek şey Diyanet’in Türkiye’den giden ziyaretçilere biraz daha emek vermesi, özen göstermesi olacak.
Fadime Özkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder