Koca bir kış... Bahar, yaz, sonbahar... Bir sonraki kış, sonraki bahar... Ardından gelen yaz... Yazın takip ettiği yağmurlu günler... Yağmurun ardından gelen karlı
akşamlar...
Ben diyeyim iki, siz deyin üç koca yıl...
Kırık camını naylon kaplasan, bir başka yerinden rüzgâr alan, oraya tahta çivilesen bu kez damı akmaya başlayan, akan yere kova yerleştirsen, aniden elektriği kesilen...
Neresinden tutsa insan kendisinin? Ki aslında tutamaz halde olur...
Bir kas yığını
halinde, bir yorganın altında “bugün de mi sabah oldu” diyerek ve şaşırarak dünyanın dönmesine...
Gözünü açmak
istemeyerek...
Ne adalete, ne
sevgiye, ne merhamete inanarak...
Kocaman dumanlı siyah bir boşluğun
içinde yağlı bir mide bulantısıyla anımsayarak o güne dek bütün olup biteni...
Bilirsiniz işte hepiniz...
Depresyon denilen kendini taşımaktan, ipte yürümekten, kılıç sallamaktan ve durmaksızın kaleyi savunmaktan bıkma hâli biraz
böyledir ya...
Bıkmak ve vazgeçmek...
Hiç bitmeyecek sandığımız...
Hiç bitmeyecek sandığınız...
Şu anda hiç bitmeyecek sandığın...
Bitecek biliyor musun...
Sana rağmen bitecek... Sen ne kadar
dirensen de bitecek...
***
“Hiç anlamıyorum bu insanları”
demeyeceksiniz...
“Hiç anlamıyorum, nasıl böyle
düşünebiliyorlar?”
“Hiç anlamıyorum nasıl böyle
davranıyorlar?”
“Hiç anlamıyorum...”
Demeyeceksiniz... Demeyeceğiz...
Dememeliymişiz...
Mutsuzluktan yeni bir güne başlayamayacak hale gelmene sebep olanlar bile olsa onlar... Mesela ipte yürürken seni iten dostun, düşmanına kılıç sallarken sen, şahdamarını kesen sevgilin, kendi kalenize gol atan takım
arkadaşın bile olsalar...
Anlam veremesen bile ihanete...
Anlamıyorum dememek gerekiyormuş...
Zaman “anlaşılır” kılmasa bile önce unutturuyor sonra önemsizleştiriyor ardından
hiçleştiriyormuş onları ve olanları...
Ve hatta...
Bir gün...
Eğer kınadığın biri varsa onun ayakkabısını giymene mutlaka bir fırsat veriyormuş hayat... Anlamadığını anlatmadan, göndermiyormuş seni yani...
***
Haldun Dormen dedi ki geçen pazar...
Işıl ışıl bir öğleden sonraydı hafta sonu... Mustafa abinin (Alabora) bir ömür yeşile bakan yaz evinde, güneş oynaş oynaş mavi havuzun üzerinde...
Bizlerse havuz kenarındaki öğle yemeği masasının etrafında... Derya Karadaş, Mehmet Turgut, Mustafa Üstündağ’la eşi, ben, Elif, Cem...
Göksel Kortay bir köşede elinde i-Pad bir yazı okuyor... Mustafa abi yağlı boya tablosunun başında, resim yapmakta... Banu Zeytinoğlu köpekleri Hüsrev ve Dayı ile mücadele etmekte... Haldun Dormen sardunyaların yanındaki koltukta elinde bir bulmaca...
Masadaki karpuz, kafamdaki hasır şapka, eteğimdeki çiçek deseni, Mehmet’in Mustafa abiyle uğraşması, Mustafa abinin Haldun
beyle şakalaşması... Göksel hanımın müdahalesi... Soğuk su doldurduğum bardağın sıcakta terlemesi...
Ben miydim bir zaman önce “bitecek mi bu karanlık” diye düşünen sahi?
Göksel hanım “Bir İngiliz filminde gibisin İclal bu şapkayla ve elbiseyle” dedi...
Sonra onlar sohbet ederken... Anımsadım da... Mustafa abi Banu’ya “Hüzün var bu kızın gözlerinde, ilk kez gördüm” demişti benim için bir akşam...
Başını kaçırdığım sohbetin ortasında Göksel hanım bana döndü “Haldun çabuk geçer olayların üzerinden, sayfayı çevirir ve devam eder” dedi...
Haldun Bey “öyle” dedi... “Bak yaz
başladı geçiyor bile... Vakit kısa... Çevir
sayfayı, çevir çevir...”
***
Eteğime baktım. Bir daha anladım. Haldun beyin gülümseyişindeki cümleyi tekrar ediyorum: Bütün hüzünler bitimlidir...
Bak yaz başladı, geçiyor bile...
akşamlar...
Ben diyeyim iki, siz deyin üç koca yıl...
Kırık camını naylon kaplasan, bir başka yerinden rüzgâr alan, oraya tahta çivilesen bu kez damı akmaya başlayan, akan yere kova yerleştirsen, aniden elektriği kesilen...
Neresinden tutsa insan kendisinin? Ki aslında tutamaz halde olur...
Bir kas yığını
halinde, bir yorganın altında “bugün de mi sabah oldu” diyerek ve şaşırarak dünyanın dönmesine...
Gözünü açmak
istemeyerek...
Ne adalete, ne
sevgiye, ne merhamete inanarak...
Kocaman dumanlı siyah bir boşluğun
içinde yağlı bir mide bulantısıyla anımsayarak o güne dek bütün olup biteni...
Bilirsiniz işte hepiniz...
Depresyon denilen kendini taşımaktan, ipte yürümekten, kılıç sallamaktan ve durmaksızın kaleyi savunmaktan bıkma hâli biraz
böyledir ya...
Bıkmak ve vazgeçmek...
Hiç bitmeyecek sandığımız...
Hiç bitmeyecek sandığınız...
Şu anda hiç bitmeyecek sandığın...
Bitecek biliyor musun...
Sana rağmen bitecek... Sen ne kadar
dirensen de bitecek...
“Hiç anlamıyorum bu insanları”
demeyeceksiniz...
“Hiç anlamıyorum, nasıl böyle
düşünebiliyorlar?”
“Hiç anlamıyorum nasıl böyle
davranıyorlar?”
“Hiç anlamıyorum...”
Demeyeceksiniz... Demeyeceğiz...
Dememeliymişiz...
Mutsuzluktan yeni bir güne başlayamayacak hale gelmene sebep olanlar bile olsa onlar... Mesela ipte yürürken seni iten dostun, düşmanına kılıç sallarken sen, şahdamarını kesen sevgilin, kendi kalenize gol atan takım
arkadaşın bile olsalar...
Anlam veremesen bile ihanete...
Anlamıyorum dememek gerekiyormuş...
Zaman “anlaşılır” kılmasa bile önce unutturuyor sonra önemsizleştiriyor ardından
hiçleştiriyormuş onları ve olanları...
Ve hatta...
Bir gün...
Eğer kınadığın biri varsa onun ayakkabısını giymene mutlaka bir fırsat veriyormuş hayat... Anlamadığını anlatmadan, göndermiyormuş seni yani...
Haldun Dormen dedi ki geçen pazar...
Işıl ışıl bir öğleden sonraydı hafta sonu... Mustafa abinin (Alabora) bir ömür yeşile bakan yaz evinde, güneş oynaş oynaş mavi havuzun üzerinde...
Bizlerse havuz kenarındaki öğle yemeği masasının etrafında... Derya Karadaş, Mehmet Turgut, Mustafa Üstündağ’la eşi, ben, Elif, Cem...
Göksel Kortay bir köşede elinde i-Pad bir yazı okuyor... Mustafa abi yağlı boya tablosunun başında, resim yapmakta... Banu Zeytinoğlu köpekleri Hüsrev ve Dayı ile mücadele etmekte... Haldun Dormen sardunyaların yanındaki koltukta elinde bir bulmaca...
Masadaki karpuz, kafamdaki hasır şapka, eteğimdeki çiçek deseni, Mehmet’in Mustafa abiyle uğraşması, Mustafa abinin Haldun
beyle şakalaşması... Göksel hanımın müdahalesi... Soğuk su doldurduğum bardağın sıcakta terlemesi...
Ben miydim bir zaman önce “bitecek mi bu karanlık” diye düşünen sahi?
Göksel hanım “Bir İngiliz filminde gibisin İclal bu şapkayla ve elbiseyle” dedi...
Sonra onlar sohbet ederken... Anımsadım da... Mustafa abi Banu’ya “Hüzün var bu kızın gözlerinde, ilk kez gördüm” demişti benim için bir akşam...
Başını kaçırdığım sohbetin ortasında Göksel hanım bana döndü “Haldun çabuk geçer olayların üzerinden, sayfayı çevirir ve devam eder” dedi...
Haldun Bey “öyle” dedi... “Bak yaz
başladı geçiyor bile... Vakit kısa... Çevir
sayfayı, çevir çevir...”
Eteğime baktım. Bir daha anladım. Haldun beyin gülümseyişindeki cümleyi tekrar ediyorum: Bütün hüzünler bitimlidir...
Bak yaz başladı, geçiyor bile...
Iclal Aydin