24 Temmuz 2013 Çarşamba
Ruhumuz Nerede ?
Hızlı olmayı marifet sandık… Aynı anda birden fazla işi yapabilmek büyük maharetti.
Hem ev işine hem dışarı işine koşturabilmek çağdaşlıktı…
Hızlı konuşmak zeka göstergesiydi…
Hızlı yiyebilmek pratikliğin simgesiydi…
Hızlı soru çözmek daha başarılı kılacaktı bizi.
Hızlı okuma yarışlarıyla daha minicikken tanışarak daha bilgili olacaktık.
Hızlı yürümek, hızlı hareket etmek zamandan kazandıracaktı.
Hep bir acelemiz olmalıydı, hep bir yerlere yetişmeliydik.
Koşturduk, koşturduk… Ne işler bitti, ne planlar… Hızlandıkça çözülmesi gerekirken sarpa sarıyordu her şey. Hayata ve birbirimize karşı kontrolsüzlüğümüz artıyor ve avcumuzun içinden kayıp gidiyordu zaman.
Aynı anda on çeşit yemek yapabilmek, o yemekleri yerkenki ağız tadımızı artırmıyordu oysa.
Daha çok soru çözüp daha yüksek puanlarla, çok iyi okullara yerleşince mutluluğumuz tavan yapmıyordu.
Hızlı yemek, vücudumuza gereksiz ağırlıklar ve hastalıklar eklemekten başka bir şeye yaramıyordu.
Hızlı okumak, hızlı soru çözmek, hazmedemediğimiz bilgilerden öte bir yere ulaştırmıyordu bizi.
Bize yapılan ve farkında olmadan yavrularımıza yaptığımız kötülüğü hiç bilemedik. Hep bir yerlere yetişme telaşı… “Hadi yavrum çabuk ye.” “Hadi yavrum hemen giy ayakkabılarını.”
O yavrular da peşi sıra koşturmaya başladı ardımızda. “Neden bu acele?” sorusunun cevabı hep bir muamma olarak kaldı, telaştan bu sorunun cevabını merak edebilen bile olmadı.
Sakinlikte gizliydi evrenin sırrı oysa. Bir çiçeğin aylar süren serüveninde saklıydı hayatın kokusu. Yüce Yaratıcı’nın istese anında var edeceği bir canlıyı, aylarca anne karnında bekletmesindeydi sabrın anlamı. Kainatın sükûnetinde ne güzellikler uzanıyordu bize. Bilemedik hayatın anlamını, koşturmakla meşguldük çünkü. Kah evde, kah dışarda o işten bu işe…
Ev işlerini en hızlı bitirmeyi hüner saydık ama o işler hiç bitmedi. Günden güne, marketten markete koşmayı sosyallik sandık, çocuklarımızın dilleri dışarıda biz sosyalleştikçe onlar sosyalliklerini, doğallıklarını kaybetti.
Hissedemeden, fark edemeden, şükredemeden geçen koskoca bir ömür… Ardımızda her bir davranışımızı kopyalayan çocuklarımız… Ruhlarını dinleyecek zamanı onlara tanımadığımız, ellerinden çekiştirirken merak dolu gözlerini etraftan çekip aldığımız ama her bir parçası gerilerde kalan… Heyecanlarını yitirttiğimiz, yeteneklerini körelttiğimiz yavrular… Geleceğin “Zengin oldum, başarılı oldum ama mutlu olamıyorum.” diyen psikolog kapıları aşındırıp da bir türlü yaşamanın hızını kesemeyen mutsuzları…
Kızılderililerin bir hikâyesi vardır, sıkça anlatılan… Araştırma yapmak için bir süreliğine Kızılderililer ile kalan bir yazar, onların bir âdetini keşfeder. Kızılderililer, grup halinde gidecekleri yere doğru hızla ilerlerken birdenbire durup, bir süre bekleyip sonra tekrar yola koyulurlar. Yazar bu duruma birkaç defa şahit olunca en sonunda dayanamayıp: “Neyi bekliyoruz? Niye yolumuza devam etmiyoruz?” diye sorar. Kızılderililerden biri cevap verir: “Vücudumuzun hızlı hareketine ruhumuz yetişemiyor ve vücudumuz ilerlese de ruhumuz geride kalıyor. Bu nedenle biz ruhumuzun geride kaldığını hisseder hissetmez durup, ruhlarımızın bize yetişmesini bekleriz.”
Peki ya biz? Vücudumuz nerede şimdi, ruhumuz nerede?
Gonca Anil
25 Nisan 2013 Perşembe
Üzülmek iyidir
İnsan bir duygu varlığı... Duygularımızla ancak insan olmanın derinliklerine ulaşabiliyoruz. Hiçbir duygu da bize acı çekelim, üzülelim diye verilmedi. Yaşamımda kendi yaşadığım yas sürecinden geçerken, hepimize “şifa olsun” diye duygularımı paylaştığım bir süreçte, üzüntü duygusuysa hemhal olmadayım şimdilerde.
İnsan olarak bazen öyle şeylere üzülüyor, öyle şeylere ağlıyoruz ki yaşadığımız olaylar, bizi hiçbir yere taşımıyor, acı vermekten başka... Ve bir gün gerçekten üzülmeyi hak eden bir durum yaşadığımızda, üzüntümüzü anlamlandırabildiğimizde, üzüntüyle yenileniyoruz. Üzüntüyle iyileşiyoruz belki de…
İlk evimi aldığımda, evin camları için yaptırdığım tül perdelerin tamamı -yanlış ölçü alındığı için- camdan beş santim kısa kesilmişti. Eve geldiğimde tüm pencerelerden dışarısının da görüldüğü o beş santimlik fark için döktüğüm gözyaşlarının hesabını nasıl veririm bilemiyorum. Günlerce üzülmüştüm. Uzun olsa bir şeyler yapılabilir ama kısa kesildiği için bir şey yapılamadı. Her gördüğümde üzüldüm.
İlk kitap taslağımın tüm metninin silinmesiyle yaşadığım üzüntü, kafesten kaçan kuşuma döktüğüm gözyaşlarım, geçen sene köpeğin boğarak öldürdüğü tavşanım... Çocukluğumun camisinin yıkılması, çocukluğumun insanlarını bir bir kaybedişim, her geçen gün beni bilen, çocukluğumu bilen, bana dair, çocukluğuma dair anları benimle paylaşan insanların birer birer azalması ve en son olarak en büyük parçalarımdan biri olan babamın buralardan ayrılışı, hepsi birer üzüntü...
Bazısı küçük, bazısı büyük ama yaşanırken hepsi kalbin en derin yerinden geçiyor… Ve yaşattıklarıyla hep aynı şeyleri işaret ediyorlar. Üzüntüleri yaşayıp, üzüntünün getirdiği armağanları almadan göçüp gidersek buralardan çok şey kaybedeceğiz sanırım.
Şimdi düşünüyorum da insan nelere nelere üzülüp kahroluyor. Galiba üzüntünün altında her şeyin gelip geçici olduğunu unutmamız var. Bu dünyayı “kalacağımız yer” olarak kodlamışız zihnimizde. Kendimizi de “ev sahibi” görüyoruz. Ve tüm çabamız bir şeyleri oldurmaya, zevk ve beğenilerimize göre sabitlemeye çalışmakla sınırlı. Oysa bu mantık bize üzüntü üretmekten başka bir işe yaramıyor. Ne dünya daimi evimiz, ne de biz bu dünyada ev sahibiyiz. Ne gelen gitmekten kurtulabiliyor bu dünyadan, ne de giden dönüyor bu dünyaya.
Ve tüm üzüntülerimizin kaynağı da “kayıp” olarak kodladıklarımızdan kaynaklanıyor. Bir şeye ne kadar değer veriyorsak, gitmesiyle beraber yaşadığımız acı ve üzüntü duygusu da o denli yoğun oluyor.
Değer vermeseydik eğer dünyaya, hayatın bitmesi de üzüntü uyandırmazdı. Dünya değerli olmasaydı gözümüzde ve üzülmeseydik, kaybettiklerimize yeniden kavuşmaya duyduğumuz istek de olmazdı. Öteleri arzulamazdık. O halde üzüntü duygusu bize acı vermek için değil, asıl olana yüzümüzü döndürmek ve geçmeyeni istemek için verilmiş olabilir mi?
İnsanoğlu biyolojik olarak dünyaya geldiği ilk andan itibaren bağlanmaya eğilimlidir ve sevdiklerinden, bağlandıklarından vazgeçmeye hiç bir zaman hazır değildir.
Sevdiğimiz bir eşyayı kaybettiğimizde, bir insandan ayrı düştüğümüzde, gençlikten yaşlılığa geçtiğimizde, verdiğimiz değer oranında yaşadığımız üzüntünün yoğunluğu da değişiyor.
Eğer üzülsek ve ifade edemesek, o zaman da kendimize acımaya başlıyoruz bir süre sonra. Bir karamsarlık, bir umutsuzluk kısır döngüsünde yalnızlığa bırakıyoruz kendimizi.
Bazen de üzüntüsünden her şeyi bir şikâyet vesilesi yapan insanlar oluveriyoruz. Üzüntü bizi iyileştireceğine, daha fazla hasta ediyor...
Mutluluk ne kadar sahiciyse, üzüntü de o kadar sahici ve yaşamın içinde... Eğer üzüntümüz karamsarlığa ve çaresizliğe dönüşmemişse mutlaka iyileşeceksiniz/iyileşeceğim.
Üzüntü sevileni istemek için, geçmişteki fark edilemeyen güzellikleri fark edebilmek için, yaşamı tamamlamak içindir. Evde oturup içe dönüp kendine acımak ve algı çarpıtmaları içinde kaybolup gitmek için değil!
Üzüntüyle beraber gelen diğer bir duygu şefkattir. Üzüntüyü bilenlerin diğer insanlara söyleyecekleri çok şey olduğunu düşünüyorum. Üzüntünün içinden geçenlerin, üzüntüyü doğru okuyabilenlerin kâinatın içindeki her şeye yakınlaştığını ve daha anlayışlı insanlara dönüştüklerini görmekte ve idrak etmekteyim.
Üzüntüyle duanın birleşmesi, hüzünle insanın kalbinin iyileşmesi mümkün sanırım. Üzüntüyle beraber hayatın gerçeğine yakınlaşıyoruz, yaşamın değerini idrak ediyoruz. Sonuç olarak acı gibi, üzüntüde iyidir ve adam eder insanı.
Nazli Özburun.
Edalı Kadın
“Eşim Aşkım Olsun” kitabımdan…
Edalı Kadın
Yönetmen Cezmi bey, çekmeye niyet ettiği yeni filminde başrol oynayacak kadın oyuncuyu bulamamaktan dolayı filmden vazgeçmek üzereydi. Bu filmi çekmeye oğlu Abay’ın ısrarı ile tamam demişti ama oyuncu seçiminin bu kadar zor olacağını düşünmemişti. Üç yıl önce kırk yıllık eşi, sevgilisi, kıymetlisi Zeycan’ı öldükten sonra hayata küsmüştü.
Evde kedisi, kitapları ve Zeycan’ın hatıraları ile yaşıyordu. Neredeyse evden hiç çıkmıyordu. Çok tanınmış, çok iyi filmler yapmış bir yönetmen olduğu halde film işini de bırakmıştı. Abay babasını hayata döndürmek için “Annemle yaşadığınız o büyük aşkı film yapmalısın.” diye tutturmuştu. Cezmi bey önce hayır dediyse de sonradan razı olmuştu. Tamam dedikten sonra hemen oturup senaryoyu yazmıştı. Zeycan’la çok güzel anıları vardı; yazdıklarından çok güzel bir aşk hikayesi çıkmıştı. Senaryoyu yazarken her anı yeniden yaşamıştı.
Senaryo ortaya çıkınca onu da bir film heyecanı sarmıştı. Kendini oynayacak olan erkek oyuncuyu seçmek zor olmamıştı fakat sıra kadın oyuncuyu seçmeye gelince orada tıkanmıştı. Bir aydan beri pek çok şirketten gelen oyuncuların hiçbirini beğenmemişti. O gün yakın arkadaşı ünlü yönetmen Fırat Fuat ona beş yeni oyuncu göndereceğini, gelecek olanların çok iyi oyuncu olduklarını söylemişti.
Ofisinin geniş salonunda kendini oynayacak erkek oyuncu Kenan ile oturmuş oyuncuları bekliyordu. Zaman geçiyordu ve artık oyuncuyu seçip bir an önce filme başlamak istiyordu fakat gün geçtikçe ümidi azalıyordu. Çalan zilden beş dakika sonra asistanı Yaprak kızlardan birini salona getirdi.
İlk gelen Burcu adında uzun boylu, sarışın, yeşil gözlü güzel bir kızdı. Cezmi beyin gözünün önüne Zeycan geldi. Çok güzel bir kadın değildi ama tam bir kadındı karısı. Neyse bu kızın kusuru da güzelliği olsun zararı yok, diğer aradığım meziyetlere sahipse diye düşündü. Kızın ses tonu da fena değildi. Burcu kısaca kendini tanıttıktan sonra provaya başladılar.
Oyunculara daha önceden senaryodan kısa bir bölüm gitmişti ve çalışıp gelmişlerdi. Burcu ve Kenan çalıştıkları bölümü canlandırmaya başlamışlardı. Kenan çok iyiydi ama Burcu odun gibiydi. Senaryoda kocasına çay getirme bölümü vardı ki tam bir felaketti. Cezmi bey daha fazla dayanamadı:
“Olmuyor, olmuyor.” diye bağırdı. “Çay getirdiğiniz kişi herhangi biri değil, aşık olduğunuz adam. Oyuncu olduğunuzu unutun düşünün ki kocanıza, sevdiğiniz adama çay ikram ediyorsunuz. Bunu büyük bir zevkle yapmaz mı bir kadın?”
Burcu tuhaf tuhaf baktı yüzüne. Çay getirmenin nasıl zevkli yanı olabilirdi ki? Sahneyi tekrarlamak için salondan çıkıp elinde çay tepsisi ve iki bardak çayla yeniden geldi salona.
Cezmi bey: “Kızım, evladım odun gibi yürüme, kadın gibi yürü.” diye bağırdı.
Burcu bu kez kırıtarak yürümeye başladı. Cezmi bey “Kadın gibi yürümek deyince kırıtarak yürümek mi anlıyorsun? diye sordu. Burcu’nun hiç sesi çıkmadı. Cezmi bey sakin olmaya çalışarak:
“Kadın demek eda demektir. Zeycanım edalı edalı bir çay getirirdi bana, gözlerimi ondan alamazdım. Ben edalı, kadın gibi bir kadın arıyorum. Sen Zeycan’ı canlandıramazsın.” dedi.
Burcu bu rolü çok istiyordu. İyi bir yönetmenin çektiği bir aşk filminde başrol oynamak onun için kaçırılmaz fırsattı. Bedava oyna deseler bile razıydı.
“Lütfen bir şans daha verin. Ben hayatımda kimseye çay ikram etmedim. Biraz daha çalışırsam yaparım.” dedi.
Cezmi bey güldü:
“Babanın çayını annen götürürdü, sevgilin de hazır kahve içiyordur onu da kendi hazırlıyordur. Sen köpüklü Türk kahvesi pişirmeyi de kesin bilmiyorsundur.”
Burcu kıpkırmızı oldu. Cezmi beyin bütün söyledikleri doğruydu.
Öte yandan Cezmi beyin ümidi yoktu Burcu’nun çalışarak bu sahneyi düzgün oynayacağına. Fakat o kadar yalvaran gözlerle bakıyordu ki bir şans daha verdi.
“Masanın başına geç, yemek hazırlamışsın kocanı yemeğe çağırıyorsun, o sahneyi canlandır. Unutma eda ve zarafet istiyorum.”
Burcu masanın başına geçti bütün kapasitesini zorlayarak edalı olmaya çalıştı: “Aşkım yemek hazır.” dedi. Sonra dönüp Cezmi beye baktı.
Cezmi bey olmuyor anlamında başını salladı. “Kızım ağzın gel diyor, gözlerin gelme diyor, burnun da canın isterse diyor. Sesin…Neyse onu demeyeyim.”
Burcu kıpkırmızı oldu. İki yıldan beri oyunculuk eğitimi alıyordu ve hocaları iyi olduğunu söylüyordu. Fakat bu adam hiç bir şey beğenmiyordu.
Ayrıca öyle donuk biri de değildi. Arkadaşları arasında sevilen, neşeli biriydi. Gerçi erkekten yana şansı iyi değildi ama onun suçlusu da kendi değildi; ortada adam gibi erkek yoktu varsa da kendine denk gelmemişti, öyle düşünüyordu.
“Biraz daha denesem, belki olur.” dedi.
“Keşke bu kadar kolay olsaydı sana bu şansı verirdim; fakat bu metin çalışarak yapabileceğin bir şey değil, önce kafanı değiştirmen gerek. Bu kafa yapısı ile olmaz. İki aydan beri denediğim bütün oyuncular senin gibiydi. Hepsi erkeksi. Şu kadın hakları, feminizm dedikleri nane mahvetti kadınları. Erkeklerle eşit olalım derken hepsi erkek olmuş. Kadın erkek arasındaki bu yarış kadınlığı öldürdü. ”
“Lütfen ne olur, bir şans verin çok istiyorum bu rolü.” dedi Burcu.
“Benden sana rol çıkmaz kızım. Başka yönetmene git. Güzel kızsın bulursun bir rol. Diğer yönetmen arkadaşlarım benim gibi oyuncu aramıyor. Dün bir televizyona baktım, belki denk gelir de film ya da dizilerden aradığım oyuncuyu bulabilir miyim diye…Aman Allahım, kadın oyuncuların hepsi sanki erkek. Yürüyüşleri asker gibi rap rap, bakışları dik dik, tavırları tam bir erkek. Tabii onları seyreden kadınlarımız da farkında olmadan onları modelliyorlar. Bu yüzden merak etme işsiz kalmazsın.”
Burcu’ dan sonra diğer dört oyuncu da aynı sebeplerle elendi. Yaprak salona girdiğinde Cezmi bey:
“Gel otur Yaprak, sen de çok yoruldun. Ne diyorsun bu işe? Yine olmadı. İki ay uğraştık, bir kadın oyuncu bulamadık. Görüyorsun değil mi pantolonu ayağına çeken gelmiş, biri de mini etek giymiş. Ben bu kadınları anlamıyorum. Pantolon bir erkek kıyafetidir. Bir pantolonun içinde ne kadar kadın olabilirler. Etek deyince de mini etek giyiyorlar. Biraz bacak biraz göğüs gösterince kadın olduk sanıyorlar. Bacakla göğüsle kadın olunsaydı, inekleri hiç bir kadın geçemezdi.”
Yaprak güldü. Cezmi beyin masasının karşısındaki koltuğa oturdu. Cezmi beyin ne demek istediğini çok iyi biliyordu. Uzun etek, ya da elbise giysinler istiyordu ki role daha kolay uyum sağlayabilsinler.
“Ben pes ediyorum Yaprak, vazgeçtim bu filmi yapmaktan. Bir kadın bulamayacağız.” derken Cezmi bey iki eli ile ağrımaya başlayan başını ovuyordu.
Yaprak filmin çekilmesini çok istiyordu.
“Hayır, lütfen vazgeçmeyin, biraz daha araştıralım, belki buluruz. Bu proje daha oyuncu seçiminde bile benim hayatımı değiştirdi; eminim filmi çekilirse çok kişi faydalanacaktır.”
“Nasıl hayatını değiştirdi?” diye sordu Cezmi bey, merakla.
“Ben sizin yanınızda çalışmaya başladıktan bir hafta sonra oyuncu seçimlerine başladık. Siz nasıl bir kadın oyuncu aradığınız anlatınca ben önce çok şaşırdım. İtiraf edeyim “çatlak bir yönetmen” daha dedim. “Edalı, kadın gibi bir kadın arıyorum” da ne demek, demiştim kendi kendime. Siz aradığınız özellikleri tek tek anlattıkça buraya gelen kızlara nasıl yürümeleri, nasıl konuşmaları gerektiğini tarif ettikçe ne demek istediğinizi anladım. Sonra kendime baktım. Ben de o gelen kızlar gibiydim. Yani odun kızlardan.”
Cezmi bey güldü.
“İyi bir muhasebe yapmışsın anlaşılan.”
“Evet yaptım. İki yıllık evliyim ve bir ay öncesine kadar evliliğim pek iyi gitmiyordu. Her geçen gün aşkımızın bittiğini ve birbirimizden uzaklaştığımızı görüyordum ama ne yapacağımı bilmiyordum. Sizin burada kadın şöyle olmalı, böyle olmalı tariflerinizi evde yapmaya çalıştım. ‘Kızlar da bir yürüyemiyorlar şöyle yürüseler olur, böyle yürüseler olur, seslerini şu tonda kullansalar olur, çayı şöyle getirseler olur.’ diye evde yapmaya çalışıyordum.”
“Bütün gün burada uğraşınca işi eve taşımışsın demek ki.” dedi gülerek.
“Aynen öyle oldu. Eve gittiğimde eşim henüz gelmemiş oluyordu o gelene kadar kendi kendime sizin tarif ettiğiniz gibi yürümeyi, konuşmayı deniyordum. Sonra hayatımda uygulamaya karar verdim. Önce eşimle konuşurken ses tonumu iyi ayarlamaya çalıştım. Herkese kullandığım ses tonundan daha yumuşak bir ses tonu kullanmaya başladım. Yumuşak bir ses tonuyla insan pek söylenemiyor, şikayet edip eleştiremiyor da. Ses tonumu düşürmenin bir de böyle bir faydası oldu. Ben değiştikçe eşimin bana karşı davranışları değişti; ilgisizliği gitti. Yeniden ilk zamanlardaki gibi sohbet etmeye başladık.”
“Doğru yerden başlamışsın. Ses tonu çok önemli.”
“Sonra akşamları çay faslımız başladı. Eşim de ben de bitki çayları seviyoruz. Çayları hazırlayınca eşime götürürken sizin burada tarif ettiğiniz gibi yürümeye çalıştım.”
“Pantolonla değil umarım.”
“Tabii ki onu burada öğrendim, etek ya da elbise giyiyorum. Pantolon giymeyi çok azalttım. Dikkatinizi çektiyse işe de etek ya da elbiseyle geliyorum.”
“Evet fark ettim.”
“Filmin senaryosunu okumama izin verdiniz ya… Oradaki sizin yaşadığınız olaylardan da çok etkilendim. Karınızın sabrına, sevecenliğine hayran kaldım. Ona olan aşkınızın neden o kadar uzun sürdüğünü anladım. Sonra kendi davranışlarımı düşündüm. Her şeye çabucak parlayan, bağıran, inatçı, dediğim dedik bir kadın olduğumu fark ettim.”
“Bunların hepsi erkek özelliği biliyorsun.”
“Evet. Rahmetli Zeycan hanımın sayesinde eşime peki demeyi öğrendim. Eşimi çok bencilce sevdiğimi, sadece kendimi düşündüğümü onun mutlu olup olmamasını pek önemsemediğimi fark ettim. Mutsuzluğum için onu suçluyordum. İlgisizsin, düşünceli davranmıyorsun, diye. Bunları bıraktım. Mutlu edilmeyi beklemek yerine eşimi mutlu etmeye odakladım kendimi.”
“Sen onu mutlu etmeye çalıştıkça eşin de seni düşünmeye başladı değil mi?”
“Aynen söylediğiniz gibi oldu. Eskiden ben böyle yaparsam alışır da sürekli benden fedakarlık bekler mi diye korkardım.”
“Fedakarlığını da kadınca yapacaksın erkek gibi değil, erkeğin görevlerini üstlenerek, daha fazla yorularak değil. Hem kadın hem erkek olmaya çalışarak olmaz bu iş. Kendi üzerine düşün vazifeleri seve seve yapman yeterli. Kadın olarak eşine biraz da nazlanacaksın, edanı zarafetini kaybetmeyeceksin.”
“Çok haklısınız, çok şey öğrendim ben, sizden ve rahmetli eşinizden. Sayenizde eşimle aşkımızı tazeledik ve her şey güzel gidiyor. Bu yüzden de lütfen vazgeçmeyin, bu film çekilmeli. Daha çok insana faydalı olacaksınız ben inanıyorum.
Yaprak’ın bu samimi itirafları ve “bu film çekilmeli” demesi Cezmi beye yeniden şevk verdi.
Yaprak gittikten sonra Cezmi bey de çıktı iş yerinden. Zeycan’ı hatırlayınca özlemi yine içini yakmıştı, onu ziyarete gitmeliydi. Mezarlığa gitmeden önce kırmızı bir gül fidesi aldı. Elinde çiçek, kalbinde aşk ile sevdiği kadının yanına gitti.
Sema Marasli
13 Mart 2013 Çarşamba
Süreç ve anne yüreği
Kabul; bir yanımız hep tedirgin. Karamsarlığa kapılmak istemiyoruz ama önceki deneyimlerden canımız çok yandığı için, erken iyimserliğin de hayal kırıklığını büyüteceğinin farkındayız.
Bir süreç yaşanıyor ve eminim insanı, ülkesini, özgürlüğü, barışı seven, samimi olarak isteyen herkes sürecin olumlu sonuçlanmasını istiyor. Netice alındıktan sonra herkes kendi ‘özeleştiri'sini yapacaktır illaki. Ancak şunu ifade etmek bir yükümlülük: Terör meselesinde en çok devlet kendini aşmıştır. Her türlü çakallığa, art niyetli yorumlara aldırmadan, samimi olarak bu topraklarda akan kanın durması için üzerine düşenden fazlasını yapmaktadır. Bunun için Öcalan'ın görüşme zabıtlarında çizdiği ruh haline bakmak bile yeterli…Öyle kırılgan, öylesine riskli ve keskin bir çizgide ilerliyor ki bu işler, her şey bir anda tepetaklak olabilir. Terör bitecek, diye ödü kopanların, varlıklarını bu kanın akmasına bağlayanların varlığından da haberdar herkes. Dolayısıyla boş durmayacaklardır, hiçbir zaman.
Hatırlarsınız, kısa süre önce Kaymakam Kenan ile ilgili bir yazı kaleme almıştım. Kenan Erenoğlu bir semboldü. Elbette, tüm kaçırılan resmi/sivil insanlarımız içindi feryadımız. Nazmiye Anne de bir semboldü. Ağızlarının ucunda iğreti şekilde tuttukları barış kelimesini sakıza çeviren ikiyüzlüler için bir testti kaçırılanlar. Çifte standardın ve sahte vicdanlıların tablosuydu. Tıpkı devletin bilerek/bilmeyerek yaptığı bir hatayı ağızdan düşürmeyip, terör örgütünün akıttığı kanı görmezden gelmeleri gibi…Hatırlar mısınız, eski başbakanlarımızdan biri vaktiyle ‘AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer' gibi beylik bir laf etmişti. Bugün, geriye dönük okuma yaptığımızda ne AB, ne barış, ne özgürlük. Hiçbirinin samimi olarak talep edilmediğini çok daha net biçimde görüyoruz. Eski başbakan bunları söylerken, kendi komutanı, sırf kendilerini huzursuz hissetsinler diye, şehir merkezlerinde periyodik olarak bomba patlatıyordu!
Bu hafta vizyona girecek olan bir film var. İsmi Jîn. Bir terör örgütü mensubu kızın, örgütten kaçmak isteyip de kaçamamasını anlatıyor. Filmin değerlendirmesini başka yerde yaparız ama yönetmen Reha Erdem çok enfes bir noktayı yakalamış ve çarpıcı görsellikte anlatmış: Eğer barış istiyorsanız, bunun güzergâhı anne kalbidir. Nokta…Örgüt militanı kız da, yaralı asker de önce annesiyle konuşmak, annesinin sesini duymak istiyor. Biliyor ki, bir evladı hiç kimse annesi kadar sevemez. Ve evlat kanlarının dökülmemesinin tek yolu da anne yüreğine müracaat etmektir.
Gerekçesi ne olursa olsun, bir anayı üzüyorsanız, başarılı olma şansınız yok. İster devlet olsun adınız, ister örgüt, hiç fark etmez. Ana yüreğini yakanların yatacak yeri olmaz! Örgüt, kaçırdığı kişilerden 8'ini serbest bıraktı. 30'a yakın ismi kaçırdıklarını okumuştum bir yerde. İnşallah zarar görmeden kalan o kişiler de ailelerine, analarına dönerler. Ve biliyor musunuz, kimse önemsemeyebilir ama bu sürecin başarıyla sonuçlanabilmesi esasen analara bağlı. Ana bedduası alanların amaçlarına ulaşması mümkün değil, eğer süreç herkesi memnun edecek şekilde sonuçlanacaksa, anne duasına talip olmalı herkes. Tıpkı Nazmiye Erenoğlu gibi. Yıllar yılı büyütülen karşılıklı nefret o kadar devasa olup dağları aşmış ki, eritmek için anne duası ve merhametinden başka iksir yok kanaatimce. Çözüm melcei ve yuvası anne yüreği. Samimi olarak barış isteyenler annelere baksınlar. Bir ülkede anaların gözü yaşlı ise, mutluluk asla uğramaz oralara.
Nedim Hazar - ZAMAN
Yalana maruz kalmak...
Yalan söylemeyi büyüklerimizden öğreniriz. Peki, yalan söyler miyiz? Hayır, hiçbirimiz yalan söylemeyiz.
Yalan kelimesinin çok geniş bir sözlük anlamı var. Kandırmak için söylenen söz, sahte, asılsız, gelip geçici, gerçeğe uymayan, doğru olmayan vb. Bana kalırsa, yalan, doğru olmayandan daha fazlasıdır. Daha da 'basit'leştirip bir atalar sözüyle söyleyelim: Yalan ile iman aynı yerde durmaz.
Yalan, insana mahsustur ama insanî değildir. Yalandan kim ölmüş, diyorlar. Yalan, insanı değil, insanlığı öldürür.
'Atın dört ayağı vardır, yine de tökezler.' Elbette hata yaparız, yapıyoruz. Tam da burada, Peygamber Efendimiz'in şu mübarek cümlesini hatırlatalım: 'Mümin hata yapar ama asla yalan söylemez.' Bir uyarı daha: 'Şaka da olsa, yalan söylemeyin.'
Yalan söylemek, dilin afetlerindendir. Evet, iki dilli olmak da öyledir.
***
Yıllar evvel, 'yalancı şahit, nasılsın, iyi misin? / dertleşelim gel, hasar tespiti için' diye yazmıştım.
İnanıyorum ki, yalandan daha yıkıcı ve yakıcı olanı yoktur. Onunla bir şey kuramaz, fakat çok şey yıkarsınız. Gidersiniz, dönemezsiniz.
Yalanını yakaladığınız bir insanın doğrularına bile şüpheyle yaklaşmanız, yalanın ne kadar yıkıcı olduğunu gösterir.
Tezer Özlü, 'hiç kimseyi yalan söylediğini anlayacak kadar tanımak istemiyorum' diyor. Tanıdık ve üzüldük.
Siyasi yahut edebi ikballeri için yalan söyleyen çok kimse gördüm. Yalan, her şeyden önce, işlerimizin ve ilişkilerimizin bereketini kaçırır, kaçırıyor. Dönüp bakıyorsunuz ki, yanınızda veya elinizde bir şey kalmamış. Kalmış da kalmamış.
Bu ve benzeri nedenlerden dolayı, hüküm kesindir: 'Yalandan uzak dur!'
***
Evet. Dünya tükenir, yalan tükenmez.
Bu sözün ne anlama geldiğini çok düşündüm. Dünya, zaten 'yalan' değil mi? Ortaya, 'yalan tükenir, yalan tükenmez' gibi bir şey çıkıyor. İnsan dünyaya ait değildir, fakat yalan dünyaya aittir. Böylece, bir kez daha aynı yere gelmiş oluyoruz: 'Ey iman edenler, iman ediniz.'
Bugün, atalarımıza çok iş düştü. 'Ardıcın közü, yalancının sözü olmaz' demişler.
Söz, insanın tutma yeridir. Rahatlıkla, buradan kalkıp şuraya varabiliriz: Yalanın tutma yeri yoktur. Tekrar köz ve söz bahsine dönersek, yalanın sözden sayılmadığını görürüz. Devamını siz getirin.
Hazır kafiyeyi yakalamışken, güzel bir hatırlatma yapalım: 'Özü doğru olanın sözü de doğru olur.'
Bu da Hazreti Ali'den: 'Dilsiz ol, yalancı olma.' Çünkü 'yalan kadar insanı alçaltan başka bir şey yoktur.'
***
Bazen duyuyorum. Mecburiyetten kaynaklanan 'beyaz yalan'lardan bahsediyorlar. Böylece, yalana masumiyet elbisesi giydirmiş oluyoruz.
Bir kere, yalanın rengi olmaz, renksizdir o. Bu yüzden de her kılığa girer, her yerde karşımıza çıkar. Buna, bulunduğu ortamın rengini almak da diyebiliriz. Bilmem anlatabildim mi?
Örnekleri çoğaltabiliriz. Sözgelimi 'yalancı bahar' diyorlar. Ağaçlar, çiçekler ve hayvanlar yalan söylemez. İnsan nasılsa, karşısındakini de öyle sanırmış.
Cahit Zarifoğlu, 'ne çok acı var' demişti. Biz de şunu diyelim: Ne çok yalan var.
Şimdi, bütün bu 'bilgiler' eşliğinde, 'bir insanı kandırmak' meselesini tekrar düşünelim.
ibrahim Tenekeci - YeniSafak
Kadınlar gününde, düşene tekme atmayan bir sadakatli kadın örneği!
Okuyucularımla özellikle kitap fuarlarında görüşüyor, sorularına cevap verirken dertlerini de dinlemiş oluyorum. En son Üsküdar kitap fuarında dinlediğim bir hanımefendinin gözyaşlarıyla anlattığı vefalı kadın anlayışını arz edeyim de bakın, ne zalim beyler ve sadık hanımefendiler yaşıyor bu dünyada görün.
-Hocam, derdim derindir, bana bir yol göster! diyerek başladı üç çocuk anası hanımefendi ve şöyle devam etti:
-Kocam içki bağımlısı, gece yarılarına kadar meyhanede içiyor. Sonra da geliyor, kapıyı yumruklamaya başlıyor. Çocuklar duyup da huzursuz olmasınlar diye hemen kalkıp kapıyı açarak buyur ediyor, bir isteği olup olmadığını da soruyorum. Bazen yemek istiyor, akşamdan ayırdığım yemekle sofra kuruyorum. Bu defa beğenmiyor, bunlar beklemiş yemek, bana yeniden yap, diyor.
Hemen mutfağa giriyor, yemek hazırlamaya çalışıyorum. Arkamdan gelip hazırladığım yemeğe bakıyor, ben bunları yemem, başka yemek yok mu? diye söyleniyor. Ben de kazanabildiğim parayla ancak böyle yemek yapabiliyorum, sen yardımcı olursan istediğini alır yaparım deyince, kıyametler kopuyor, kazandığını başıma mı kakıyorsun, diyerek tencere tabak ne varsa mutfakta havada uçuşuyor.. Çocuklar duymasın diye sesimi çıkarmamaya gayret ediyorsam da gürültüye uyanan çocuklarda bağrışmalar başlıyor, bir kıyamettir kopuyor!..
-Kocanızın işi ne? Nerede çalışıyor?
-Ne çalışması hocam? diyor. Geceyi meyhanede geçiren adam gündüz iş yapabilir mi? Akşama kadar horul horul uyuyor. Akşam tekrar çıkıyor arkadaşlarının yanına.
-Evin ihtiyaçlarını kim karşılıyor öyle ise?
-Ondan ümidim kesildiğinden komşulara ev temizliğine gidiyorum. Kocamın durumunu bilen komşular sağ olsunlar ev işlerini bana yaptırıyorlar, evin ve çocuklarımın tüm ihtiyaçlarını kendim karşılıyorum. Hatta onun masraflarını da..
-Yani meyhane masraflarını da mı sen karşılıyorsun?
-Ne yazık ki öyle... Akşam çıkarken eşikte para istiyor, vermediğim takdirde bağırıp çağırmalar başlıyor, namus belası, istediğini vermek zorunda kalıyorum.
Anlatılanları şaşkınlıkla dinlerken beni şoke eden yeni bir açıklama daha geliyor:
-Bunların hiçbirisi mühim değil benim için, diyor ve ekliyor: Allah’a şükürler olsun elim ayağım tutuyor, temizlik işlerinde de olsa çalışabiliyorum.
-Öyle ise bana neyi sormak istiyorsun? Senin için mühim olan nedir?
-Benim için mühim olan diyor, kocamın bu hali onu cehenneme götürecek. Çocuklarımın babasının cehenneme gitmesine vicdanım razı olmuyor, onu cehennemden kurtarma çaresi yok mu? diye sormak istiyorum. Acaba evlerde temizlik yaparak kazandığım üç-beş kuruştan artırıp da kocamın adına sadaka versem cehennemden kurtulmasını sağlayabilir miyim? Sarhoş da olsa bu insan, kaderin bana yazdığı kocam ve çocuklarımın da babasıdır!.. Günümüzde düşene herkes bir tekme atıp geçiyor, ben ise tekme atıp gitmeyi vefasızlık olarak görüyor, kucaklayıp kaldırmayı eş sadakatinin icabı diye düşünüyorum!.
Ben dinlediklerime daha fazla dayanamıyorum. Masanın üzerinde otuz kitabım dizili. İmzalatıp duamı almak için bekleyenler var karşımda. Ayağa kalkıp onlara şöyle sesleniyorum:
-“Otuz kitaba imza atan elini öpüp, duanı almak istiyoruz” diyen okuyucularım! Eli öpülüp duası alınacak kimse ben değilim. İşte size eli öpülecek insan ve duası alınacak yılın hanımefendisi!. Gelin de görün aile içinde sabır nedir, sadakat nedir, kötü gün dostu vefalı eş nasıl olurmuş bakın? Düşene tekme atıp geçme yerine kucaklayıp kaldırma kahramanlığı nasıl oluyormuş görün!
O günden bu yana bu hanımefendinin vefalı eş tarifi kulaklarımda hep yankılanıyor.
-Ne dersiniz bu sabır ve sadakat anlayışına? Düşene tekme atıp geçme yerine sarhoş da olsa kucaklayıp kaldırma kahramanlığına? Ömür boyu hatırlanır mı aile içinde böylesine vefa ve sadakat örneği tutum ve davranışlar? Nitekim ben unutamadım sarhoş kocaya karşı gösterilen bu sabır ve sadakat örneği tavırları!
Ahmet Sahin - ZAMAN
12 Mart 2013 Salı
Tam on yılım gitti
Dr. Hasan Hörküç Bey’in Risale-i Nurlardaki gerçeklerin önemini anlatan bir hatırası: AMSS (Association of Muslim Social Scientists), yani ‘Müslüman Sosyal Bilimciler Derneği’ tarafından düzenlenen “İslâm, Müslümanlar ve Çoğulculuk ” başlıklı bir konferansa katılmak üzere Londra Westminıster Üniversitesi’nde bir konuşma yaptım.
Abdullah Aymaz - ZAMAN
Kadını, bu özellikleriyle tanıyan ve tanıtan var mı?
Hocaefendi’nin “Beyan” kitabından naklettiğim kadının aile içindeki bu erişilmez özellik ve eşsizliklerini önce dikkatle bir okuyalım. Sonra vicdanımızda oluşacak değerlendirmeye göre kararımızı verelim. Kadını, aile içindeki bu erişilmez özellikleriyle tanıyor ve tanıtıyor muyuz bir düşünelim.
İşte size kadını, aile içindeki erişilmez özellikleriyle tarif ve tanıtımdan bir bölüm:
Birlikte okuyoruz kadının aile içindeki erişilmez özellik ve güzelliklerini.
“-İç donanımı itibariyle kadın bir şefkat abidesidir! Bu şefkati de yaratılışında ona özel olarak ikram edilen tabiatından kaynaklanmaktadır!.
-Bu sebeple bu nezih tabiat, hep şefkat söyler, şefkat inler, şefkatle oturur, şefkatle kalkar; bir ömür boyu çevresindekileri şefkatle süzer ve herkese yudum yudum şefkat içirir!.
-Herkesi şefkatle karşılayıp herkese şefkatle muhatap olduğu aynı anda, inceliğinin ve içtenliğinin bir gereği olarak da sürekli ızdıraplarla inler, acılarla da yutkunur..
-Bir tül gibi titrer etrafındakilerin üzerine, anne, babasına, kardeşlerine, arkadaşlarına ve bütün yakınlarına tabii mevsimi gelince de eşine, evlatlarına.. Paylaşırken onlarla zevki, lezzeti, neşeyi, güller açar görüntüsünde, gülücükler saçar çevresine..
-Görünce de onlarda tasayı, kederi, yapraklar gibi sararır, solar ve hüzünle dolar, inler..
-Her zaman güzel şeyleri görmek, güzelliklerle içli dışlı olmak ister. Ne var ki bazen umduklarını bulur, bazen de bulamaz..
-İşte o zaman inleyerek dolaşır ilgilendiği her yerde.. Hafakanlarla köpürür durur ve içten içe gözyaşlarıyla solup sararır..
-Ruh ufku itibariyle eşini bulmuş ve çocuklarıyla susuzluğunu giderebilmiş bir kadının Cennet hurilerinden farkı olmaz! Böyle birinin yönetimindeki yuvanın da Firdevs Cenneti’nden farkı olmayacağı gibi..
-Böyle Cennetliğin gölgesinde, şefkat yudumlayarak yetişen çocukların da ruhanilerden farkı olmayacaktır elbette..
-Böyle bir yuvada tenler ve cesetler ayrı ayrı görünse de, herkese ve her şeye hükmeden can bir tanedir. Her zaman kadından fışkırıp bütün yuvayı saran bu can, bir ruh gibi herkesin üzerinde kendini hissettirir ve adeta onları hep isabetli istikametlere yönlendirir..
-Kalp ufkunu karartmamış ve ruhunun önü açık bir mübarek kadın, aile sistemi içinde tıpkı bir kutup yıldızı gibidir hep yerinde durur, kendi etrafında döner, sistemin diğer üyeleri ise varlıklarını her zaman onun çevresinde şekillendirir ve ona bağlılık içinde hedeflerine yürürler..
-Evet, herkesin yuva ile münasebeti muvakkat, sınırlı ve izafidir. Kadın ise başka bir işi olsun olmasın, içinde şefkat, merhamet, sevgi macunu kaynatıp durduğu mutfağıyla sürekli evinin orta yerinde dimdik ayakta durmakta ve duygularımıza neler neler pişirip sunmaktadır?.
-Duygu ve düşünce dünyasıyla sonsuza tam yönelmiş bir kadın, hiçbir mürşit ve hiçbir muallimin duyuramayacağı gerçekleri duyurur ruhlarımıza. Gönüllerimizi, zamanın solduramayacağı, kimsenin silemeyeceği en enfes manaların en nefis yazılarıyla süsler; derken şuuraltı donanımımızla, bizi daha sonraki hayatımızda, peyleyebileceğimiz en potansiyel zenginliklere aday haline getirir!.”
Evet, kadın aile içinde işte böyle kendi sahasında eşsizdir, erişilmezdir, ulaşılmazdır!. Aile bireylerini mıknatıslı şefkat sinesine çekerek aileyi dağılmaktan koruyan, kollayan bir kurtarıcı kahramanlığa sahiptir. Bu yanıyla kadın, hiçbir yarışta geçilemeyecek yaratılışta ve özelliktedir. Şimdi mesele, Cennet ayakları altına serilen kadını, taşıdığı bu potansiyel özellikleriyle tanıyor ve tanıtabiliyor muyuz? Esas soru bu olsa gerektir.
Ahmet Sahin - Zaman
23 Şubat 2013 Cumartesi
Vefa ne zaman ölür?
Hayatımın bir döneminde ülkemizi ziyaret eden bir Japon beyefendisine bir arkadaşımın selâmıyla, refakat ettim. Japon beyefendiyi otogarda karşılayıp eve getirdim. Bu beyefendi, yıllar önce tanıştığı ‘Hasan’ ismindeki arkadaşının kabrini ziyaret için ülkemize gelmişti.
Aradığı Türkiyeli arkadaşı hakkında sohbet ederken, karşımdaki vefa timsali Japon uyruklu şahsiyetin, kırık-dökük Türkçesiyle; dudaklarından “O, bana Kur’ân öğretti, dünyaya bakışımı değiştirdi. Onunla tanıştıktan sonra hayatın gâyesini anladım. Yüzüm gülmezdi, sevmeyi öğrendim. Canlı, cansız her şeyle dost oldum.” ifadeleri döküldü. Gözleri pırıl pırıl ışıldayan Nohora Bey’in, sohbetin tam ortasında bu ifadeleri ne maksatla söylediğini tam anlayamadım. Ancak onun hayat hikâyesini dinledikçe, sağlam karakter yapısına hayranlığım artıyordu. “Ne şanslı bir insan, ne mübarek bir şahsiyet, ne müstesna bir kâmet!” şeklinde iç konuşmalar yapmaktan kendimi alamıyordum.
Nohora Bey, elli yaşlarında gösteriyordu. Hasan’ı tam otuz yıl önce Şam’da tanımıştı. Üç ay
kadar beraber çalışmışlar. Bu süre zarfında Hasan’dan çok şey öğrenmiş, en önemlisi de İslâm’la tanışmış ve Kur’ân’ın talebesi olmuştu. İslâm’ın güzellikleri yüreğinin derinliklerine kadar işlemişti. Hasan bir gün memleketine dönmek mecburiyetinde kaldığını söyleyip, adresini yazdığı bir kâğıt parçasını aceleyle Nohora Bey’in eline tutuşturmuştu. Ayrılırken de; “Dostluğumuz ebedî, merak etme, zîrâ biz iman kardeşiyiz artık.” demişti.
Hasan’a karşı vefa hissiyle dolu Nohora Bey, adresin yazılı olduğu kâğıdı göz nuru gibi saklamış. Onu kıymetli bir deri muhafaza içinden itina ile çıkarıp bana gösterdi. Kâğıdın defalarca açılıp katlandığı belli oluyordu. İlk üç sene, hiçbir cevap almamış olmasına rağmen, bu adrese her ay mektup gönderdiğini söyledi. Sonraki yıllarda bayramları dostluğunun pekişmesine vesile kılıp aksatmadan bayram tebrikleri gönderdiğini ve tam otuz sene, hiçbir cevap alamadığı hâlde bıkıp usanmadan yazdığını ifade ediyordu.
Hayatının müteakip dönemlerinde, Hasan’ın memleketine daha yakın olmak için, kendi isteğiyle bir firmanın Suudi Arabistan temsilcisi olmuş ve Riyad’a taşınmıştı. Düşüncelerini, “Belki de biraz daha yakın olmak istedim buralara.” diyerek ifade ediyordu.
Nohora Bey, Hasan’dan hiç cevap alamayınca bir gün, “Son bir defa daha yazayım. Bu defa da cevap alamazsam, bir daha yazmanın mânâsı yok.” der. Son mektubu yazarken, Hasan’ın sağlığından şüphe duyduğunu da dile getirir. Ne var ki bu son mektuba cevaben, Türkiye’den bir mektup gelir. Dünyalar onun olmuştur. Bir solukta Türk Büyükelçiliği’ne gider, mektubu tercüme ettirir. Mektup, Hasan’ın akrabasından gelmiştir. Mektupta özetle, Hasan’ın otuz yıl kadar önce trafik kazasında vefat ettiği belirtilmektedir.
Nohora Bey, karşımda sessiz sessiz ağlıyordu. “Olsun!” diyordu. “Onun öğrettiği, tanıttığı Rabb’ime şükürler olsun ki, dostum vefasız değilmiş. Dostluğumuz da ebediymiş gerçekten. Yoksa muhakkak arardı beni. Ve şâyet yaşamış olduğunu öğrenseydim bu kadar sevinmeyecektim. Asıl o zaman ölmüş olacaktı benim için.”
Cüneyt Eren - Sizinti
19 Şubat 2013 Salı
Ey nefsim!..
Gündüzler geceleri, geceler gündüzleri kovaladı... Günler haftalara, haftalar aylara; aylar yıllara inkılâb etti... Baş döndürücü bir sürat içinde yuvarlanırken rastladığımız her şeye uzandık, her şeyle meşgul olduk. Merak saikiyle bir yığın abese ömür harcadık, her biri mutlak bir hikmete hizmet eden ten zevk ve lezzetlerini maksad-ı bizzat telâkki edip neticelerinden sarfı-ı nazar ettik. Kısacası, koca bir ömrü hebâ ettik...
Hâfızamıza kazınan hâtıraların ölü ama geniş dünyâsı ile zihin ve muhayyilemizin mahsûlü emel ve hayâllerimizin sonsuz, ancak mevcûd olmayan dünyâsını hayatın kendisi vehmederek ölüm düşüncesini, ömrün kısalığını bir tarafa bıraktık. Ebediyete dünyâda mazhar olmuş gibi yaşadık... Yazık ki aldandık; bir vehmin, bir serâbın kurbanları olduk!.. Ömür, gerçekte çok kısa ve hayat, sadece yaşadığımız o kısacık ândı... Hep tek bir ân, son bir nefesten ibaret zayıf bir hayatı nasıl da daimî vehmettik Allah’ım!..
İhtiyarlamakta olduğumuzu fısıldayan bütün emâreleri önce duymazlıktan geldik... Sonra emâreler göz sahasına da girince ürperdik, sarsıldık, uyanacak gibi olduk ama “intibak” denen o tuhaf kabiliyetle yeni vaziyete de ayak uydurduk, umûmî bir gaflet “Hayat her yaşta güzeldir!” diyordu. Ağarıp seyrekleşen saçlarımıza, sarkan yanaklarımıza, kırışıkların haritaya çevirdiği alnımıza inad gafletli hayatımıza devam ettik...
Derken baştan çıkarıcı ten zevk ve lezzetlerimizin de eski tadlarını kaybetmeye başladığını dehşetle farketik, lâkin yine uyanmadık... Hastalıkların öncü kolları ağrı, halsizlik ve yorgunlukları şaşkınlıkla karşıladık ama hakîkate gözlerimizi yummakta devam ettik...
Üstümüze vazife olmayan, tesir edemediğimiz, halli bizden beklenmeyen umûmî hayatın bir yığın sûretâ büyük, gerçekte küçücük meselelerini halletmek için Donkişot’u akıllı mevkiine yükselten gayerteler sarfettik, bir yığın abes kavgaya gözü kapalı atıldık... Her kavga ruh ve kalbimizde bir yığın yara açtı, her mağlûbiyet dimağımızı mahvetti... Ancak yine de uyanmadık!..
Umûmî hayatın hiç sonu gelmeyecekmiş gibi daimî ve geniş görünen şa’şaalı hayatını hayatımız sanmak gibi dehşetli bir gaflete düştüğümüzü bir türlü anlayamadık. Her ölünün arkasından kısa ânlarla sarsıldık ama devam eden umûmî hayatın şa‘şaası içinde gaflet yolculuğumuza geri dönmekte hiç gecikmedik. Ölümünün ardından bir kaç gün Ertaş’ın nağmeleri ile hüzünlendik, bir kaç gün Birand’ın “Aman kimselere randevu vermeyiniz!” deyişiyle hüsrâna uğradık ama asla uzun sürmedi... Hiçbir felâketin sarsamadığı, hiç bir uçurumun ürpertmediği o kalın gafletimizle hep devam ettik...
Halbuki ey nefsim!.. Herkes gibi seninde kısacık bir ömrün, elem ve ızdırablarla alûde zayıf ve fânî bir hayatın var!.. Tiriliyonlarla zerrenin içine yerleştirildiği derin bir gün yırtılacak, zerrelerini bir arada tutan ruh ile hayat çekilecek ve zerrelerin toprağa geri dönecek, dağılacaktır... Sen zannettiğin cesedinden kurtulmak isteyen o çok sevdiklerinden geride kalanlar, ondan kurtulmak için toprağın altına gömmekten başka bir şey yapmayacaklar, yapamayacaklar... Öldüğün ânda onlar için en mühim iş, cesedini toprağa gömmek olacaktır; bunun için çok acele edecekler. Bir akşam vakti ölmüşsen en fazla sabahı bekleyecekler, lâkin cesedin ikinci akşamı toprağın üstünde göremeyecek, mutlaka gömülmüş olacaksın...
Hayatının şu hazân mevsiminde de uyanmazsan, büyük “Hikmet”i görmez, sonsuz “İlim” ve “Kudret” tecellilerine gözlerini yummakta devam eder “Allah”ı Güneşten daha parlak bir şekilde çıplak gözlerle görmezsen ebedî mağlûb ve kaybetmişlerden olacaksın. Kaybettiklerini ne çözülen Kürt Meselesi, ne Erdoğan’ın Başkanlığı, ne de umûmî hayatın senden sonra da bir müddet devam edecek şa‘şaalı gidişi telâfi edebilir... Vehim ve hülyâlarından sıyrıl... Bu vahanın yeşilliğinde su yok!.. Uyan artık...
Hüseyin Yilmaz - Bugün Gazetesi
12 Şubat 2013 Salı
‘Kamelyalı Kadın’lar, kamelyasız mesajlar!
Birkaç gün önce bir aile faciası ile karşı karşıya kaldım. Bakın olaya…
Akşam saat 11 civarında adamın telefonuna bir mesaj geliyor. Karısı göz ucuyla eşine bakıyor. Adam, gelen mesaja şöyle bir bakıp tebessüm ediyor. Kadın huylanıyor, telefonu eşinin elinden almak için uzandığında, adam gülerek telefonu arkasına saklıyor. Kadın zorluyor, adam saklıyor. Ve sonunda kadın kocasının elindeki telefonu almayı başarıyor.
Mesajlara bakıyor. Son gelen mesaj yok, silinmiş. Eşine “Kim göndermişti az önceki mesajı?” diye soruyor. Adam alaycı bir tavırla “Bilmiyorum, sildim” diyor. Kadın bu sefer, “Peki, bilmediğin mesaja bakarken niye tebessüm ettin?” diye sinirleniyor ve “Bana doğruyu söyle” diye ayağa kalkıyor. Adam, eşini sakinleştirmek için kolundan tuttuğunda kadın iyice sinirlenip “Bırak kolumu” diyor ve elindeki telefonu fırlatıyor. Duvara çarpan telefon sıçrıyor ve koltukta uyuyan 9 aylık bebeklerinin başına çarpıyor. Çocuk çırpınarak uyanıyor, korkuyla ağlamaya başlıyor.
Bu sefer adam “Sen manyak mısın be!” diyerek karısının üzerine yürüyor. Kadın “Manyak sensin!” diye bağırıp kocasını sertçe itince adam yere düşüyor. Kadın sonra o sinirle kucağına bebeğini aldığı gibi kendini dışarı atıyor.
Nereye gittiğini bilmeden soğuk havada koşarak bir aile dostlarının zilini çalıyor. Kapıyı açan komşu kadına ağlaya ağlaya kocasının kendisine yaptıklarını anlatıyor. Kapıdaki konuşmaları duyan ev sahibi beyefendi “İsterseniz eşinizle gidip bir konuşayım” diyerek kadının geldiği eve gidiyor.
Kapıyı çalıyor. Komşusuna neler olduğunu soruyor. Adam anlatıyor: “Akşam otururken, telefonuma bir mesaj geldi. Mesajı okudum, ilgilenebileceğim bir mesaj olmadığı için sildim. Eşim ‘Niye sildin o mesajı?’ diye kıskançlık krizlerine girdi. Evin içi birdenbire cehenneme döndü.” diyor.
Komşusu, “Peki mesaj kimden gelmişti?” diyor. Adam, “Belediyeden gelmişti” deyince, komşusu kendisiyle dalga geçildiğini düşünüp biraz da sert bir ifade ile “Ne belediyesi abi!” diye kızıyor.
Adam olayı olduğu gibi anlatınca “Vay özensiz yaşayan ülkemin insanının hâline vay!” diyesiniz geliyor.
Olay şu: Adamcağız, bir gün belediyenin düzenlediği bir etkinliğe katılmış ve oradaki görevlilerin telefon numarasını kaydetmesinde bir mahzur görmemiş.
O günden sonra telefonuna ha bire isteğinin dışında mesajlar gelmeye başlamış. Kimi zaman belediyenin kültürel etkinliğinin tanıtımı, kimi zaman bayram kutlaması mesajları… Adam bu mesajları durdurmak için çok uğraşmış, başaramamış. Sonunda hattının bağlı bulunduğu telefon şirketini aramış ve durumu bildirmiş, onlar ilgileneceklerini söylemişler. Aradan birkaç gün geçmiş, artık mesaj gelmiyor diye seviniyormuş ki işte o gece “KAMELYALI KADIN” diye başlayan bir tiyatro oyununun reklamını yapan mesaj gelmiş. Eşinin kıskanç olduğunu bildiği için oyunun ismini görünce adamcağızın tuhafına gitmiş, tebessüm ederek silmiş. Eşi bu tebessümden huylanmış ve karı-koca arasındaki duygular pimi çekilmiş bomba gibi kontrolsüzce patlamalara dönüşmüş.
Olayı duyduğumda ülkemiz insanı adına çok üzüldüm. Kişinin özel yaşamına izinsiz girişlerin insana saygısızlık olduğunun bilinmemesine üzüldüm…
Ama bu, ne ilk ne de son…
Pizza siparişi veriyorsunuz, telefonunuz sisteme kaydediliyor ve ertesi gün sizden izin alma gereği duymadan “pizzada kampanya” diye mesajlar gelmeye başlıyor.
Alışveriş yaptığınız mağazadaki kasiyer, “Faturanızı hazırlıyorum, telefon numaranızı alabilir miyim?” diye soruyor ve siz suiistimal edeceğini tahmin bile etmeden veriyorsunuz numaranızı. Ertesi gün telefonunuzda bir mesaj “sayın müşterimiz…” diye başlıyor.
Telekom şirketleri bu suiistimallerden iyi kazanç elde ettikleri için bu alana kimse dokunamıyor. Siz kurbanlık koyun gibi telefonunuza nereden mesaj geleceğini bekleyip duruyorsunuz.
Bence ülkemiz insanı bundan daha çok saygıdeğer bir yaşamı hak ediyor.
Adem Günes - Aksiyon
Adem Günes - Aksiyon
27 Ocak 2013 Pazar
Testtür Kararım
Hayatımın hiçbir döneminde kadınlar arasında açık, kapalı ön yargım olmadı. Hiç kimseyi bu kriterle yargılamadım. Benim tesettürden anladığım, bir ibadetti çünkü, namaz gibi, oruç gibi, zekat gibi… Yapabilenlere hep gıpta ile baktım. İnsanın Allah rızası için alacağı bir karar olmalıydı bu çünkü… Tesettürlü dostlarım da oldu, en açığı da… Biliyordum ki aslolan yürekti ve bizler ilmimizi artırdıkça bir şeylerin eksikliğini ya da fazlalığını hissedebilirdik yüreğimizde.
Uzun zamandır içimde varolan bir istekti tesettür, biraz da canımı acıtan… “Kim ne der, kim nasıl bakar, acaba iş bulamaz mıyım, hayat çekilmez hale gelir mi, insanlar bir siyasi görüş gibi algılar mı…” gibi kaygılarım vardı, nefis bu ya hiç rahat bırakır mı? Ama yürekten tefekkür ettikçe “Allah’ım yapacağım her şey senin rızan için olmalı, atacağım her adım senin yolunda olmalı, bana yardım et.” diye dua ediyordum.
Dinimizin ilme verdiği önemi öğrendikten sonra, hep dar zamanlarım olsa da daha çok öğrenmeye ve öğrendiklerimi uygulamaya gayret ediyordum. Şu üç günlük dünyaya gönderilme nedenimiz sadece yiyip, içip, yatıp, ceplerimizi parayla doldurup, sefa içinde yaşamak olmasa gerekti.
Bir Cuma günü, tam Cuma vakti… Tam kendimi tefekkürün sularına bırakmışken, içimden bir ses, “Gonca, ne zamana kadar yaşamayı düşünüyorsun? Her an ölüm gelip çatabilir ve ne zaman öleceğin belli değil, farkında mısın? Ölmek için hazır mısın?” dedi, irkildim.
Ölüm… Ne kadar soğuk ve uzak bir kelimeydi oysa. Daha çok gençtim, yaşayacağım çok şey vardı, şimdi ölümü düşünmenin zamanı mıydı?
Ben zihnimden atsam da hayatımdan söküp atabilir miydim bu ölüm gerçeğini? Bir anda Sanki Ömer Hayyam konuşmaya başladı yanı başımda:
“Niceleri geldi, neler istediler. Sonunda dünyayı bırakıp gittiler…
Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi? O gidenler de hep senin gibiydiler.
Dünyada ne var, kendine dert eyleyecek, bir gün gelecek ki can bedenden gidecek,
Zümrüt çayır üstünde, sefa sür iki gün… Zira senin üstünde de otlar bitecek. ”
Sonra “Evet Gonca, şimdi ilminle amel etme zamanı.” dedim kendime. “Kalk yerinden ve Rabbinin farz kıldığı bir emri yine O’nun rızası için yerine getir. Kim ne diyecek, kim beğenecek, kim beğenmeyecek kaygısı taşımadan, modern hayatın dayattıklarına bakıp yılmadan, Rabb’ine sığınma vakti.”
O kadar çok varlıkla lütuflandırdı ki Yüce Rabbim beni… Sağlık, O’nu kalbime koyan güzel bir aile, her an sevgisiyle yanımda olan bir eş, bir yavru ve annelik… Yediğim önümde yemediğim arkamda…
Saymanın bile mümkün olmadığı bunca lütfun şükrü nasıl yapılabilirdi… Günlerce secdeden kalkmasam yine belki yediğim bir lokmanın şükrünü yapmış sayılmayacakken, O’nun emrettiğinin en doğrusu olduğunu bile bile tersini yapmak bir kaçıştı…
Çok şükür, bu kaçış yolu bu sefer O’na çıktı ve kendi isteğimle yürekten bir dua ile tesettüre girdim.
Nefis bu ya, “30 yıllık alışkanlığı bırakmak kolay olmaz.“ diyordum. Ama hiç öyle olmadı, doğduğundan beri örtülü dışarı çıktığımı görmeyen yavrum bile “Anne neden başını örttün?” diye hiç sormadı. Kimi “Hayırlı, mübarek olsun.” diye karşıladı, kimi şaşkınlıkla, kiminde bir tuhaf bakış, kimisinin gözlerinde “Acaba kimden etkilendi?” soruları…
Merak edenlere cevap olsun: Bütün kâinatı kusursuzca ayaklarımın altına seren, eksiklerime rağmen lütuflarını hiç eksiltmeyen Rabb’imden etkilendim.
Tesettür kararımdan ve köşelerimdeki fotoğraflarımı değiştirdikten sonra bir e posta aldım. İzmir’den Gülşah Hanım yazmıştı. Okuyunca gözyaşlarımı tutamadım… “Yazılarınızı hep severek takip ediyordum ve ‘Bu güzel düşünceli insana inşallah Rabbim tesettüre girmeyi de nasip eder.’ diye dua ediyordum.” …
Yıllardır istediğim, hayalini kurduğum bir ibadeti neden Allah bana şimdi nasip etti, işte bu mailden sonra çok iyi anladım. Başta sevgili Gülşah Hanım olmak üzere tanımadığı bir insan için dua edecek kadar güzel kalpli bütün okuyucularıma yürekten teşekkür etmek istiyorum, Allah hepinizden razı olsun.
Bunca yıl açık olup da şimdi tesettüre girmek nasıl bir şey, eminim merak eden çok kişi var. Bence tesettür önce insanın yüreğinde başlıyor. Sonrasının hissettirdiği şey ise huzur dolu bir tamamlanmışlık duygusu…
Gonca ANIL
10 Ocak 2013 Perşembe
NEFİS MUHASEBESİ İÇİN YOL HARİTASI
Bize ihsan edilen hayatın her safhasının, dakikasının hesabını vereceğimize göre, imtihanın bir gereği olarak manevî bir muhasebe yapma vakti artık gelmedi mi?
İnsanoğlu şu hayatta ne kadar da çok hesap yapıyor. Ev kirası, elektrik, doğalgaz ve dahi ay sonu nasıl gelir hesapları. Üstüne işyerindeki performans, amirle, iş arkadaşlarıyla olan diyalogların hesabı ekleniyor. Öğrenciyseniz zaten o hesapların sonu hiç gelmiyor. Vizeler, finaller derken içten içe bir muhasebe devri başlıyor. Yaklaşık dört satırda sıralananlara bakınca, ne kadar da küçük ve geçici hesaplar peşinde olduğumuz görülüyor. Ama gelin görün, insan asıl hesaba çekilmesi gerekenin kendisi, nefsi olduğunu unutuveriyor. Günlük ve maddi hesapların arasında sıkışıp kalırken, manevi hesaplar göz ardı edilebiliyor. Peki, manevi dinamikleri zinde tutacak bir muhasebe için ne yapmalı?Öncelikle farkında olmadan sıkça kullandığımız bu kavramın tam anlamını bilmekte fayda var. Muhasebe, hesap görme, hesaplaşma manalarına geliyor. İlk anda sanki mali gelir-gider dengesini takip etmek gibi algılansa da, esas itibarıyla insanın kendini sürekli olarak manen sorgulamasının adı muhasebe. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Kalbin Zümrüt Tepeleri adlı eserinde, ideal muhasebeyi “Mü’minin, her gün, her saat, iyi-kötü, yanlış-doğru, günah-sevap yaptığı şeyleri gözden geçirip, hayırları, güzellikleri şükürle karşılaması; inhirafları, günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışlıkları, kötülükleri de tevbe ve nedâmetle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve insanın kendini isbat etmesi mevzuunda da ciddi bir teşebbüs” olarak anlatıyor.
“Nefsinizi Allah’tan satın almaya bakın”
Gülen, bir başka eseri olan ‘Kendi İklimimiz’ kitabında ise derin bir muhasebe insanı olan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) murakabe şuurunu anlatıyor. Ümmeti için en güzel örnek olan Allah Resûlü’nün (sas), “Bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” yani “Yataklara girip yatamaz, ağzınıza koyduğunuz lokmayı yutamaz ve bir yudum su içemezdiniz.” duyurduğunu belirtiyor. Nebiler Serveri şahsî hayatının her ânını, muhasebe duygu ve düşüncesine bağlı yaşadığı gibi bu çizgide, başta yakın çevresi olmak üzere tüm insanlığa bu konuda belli ihtarlarda bulunuyor.
Nitekim bir gün O (sallallâhu aleyhi ve sellem), en uzak daireden başlayıp, en yakın daireye kadar, bütün yakınlarını çağırır. Sonra, “Ey Kâ’b b. Mürreoğulları, Ey Abdimenafoğulları, Ey Abdülmuttalipoğulları!” diyerek onlara ayrı ayrı seslenir ve “Nefsinizi Allah’tan satın almaya bakın; zira ben, ahirette sizin adınıza bir şey yapamam!” buyurur. Tam da bu noktada “Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Her nefis yarın için ne hazırladı ona baksın.” (Haşr, 59/18) âyeti ile Hz. Ömer (as)’e nispet edilen “Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin. Tartılmadan önce nefsinizi tartın.” ifadesi akıllara geliyor. Her biri hayatlarıyla bizlere örnek olan ve günümüze ışık tutan sahabi efendilerimizle ilgili anlatılan misaller de ortada. Amr b. Âs’ın (ra) ölümüne yakın günlerde geçmişin muhâsebesinin ve hâlin murâkabesinin ağırlığı altında kimseyle görüşmeyerek günlerce ağlaması ve bu şekilde Hakk’ın huzuruna çıkması ders alınacak bir örnek.
Nefis muhasebesine giden yol…
İmam Gazali Hazretleri’nin “Kişi nefsini, alıp vermiş olduğu nefeslerden, her an kalbi ve uzuvlarıyla yapmış olduğu günahlardan dolayı hesaba çekmelidir.” sözü ise iç muhasebe konusunda başka bir perspektif. Bu noktada insanoğluna düşen, günlük, maddi hesapların içinden bir an olsun sıyrılıp, iç dünyasına çekilmesi, muhasebe ile kendi fethini gerçekleştirmesi. Gerçek insanî değerlerin ortaya çıkarılması, bu değerlere esas teşkil eden duyguların geliştirilmesi, korunması adına bir ruh cehdi ve düşünce sancısı çekmenin zamanı gelmedi mi? İnsan bu sancı ile dünü, bugünü ve yarınıyla alâkalı hayrı-şerri, güzeli-çirkini, faydalı-zararlı şeyleri birbirinden ayırıp gönül istikametini koruyabilir.
Şimdi, kalkılmayan sabah namazlarını, ‘gece kalkıp kılarım’ denilen yatsı namazlarını, aceleyle ve hakkını vermeden yapılan bütün ibadetleri, sorumsuz ve şuursuzca işlenen günahları telafi etme zamanı. Nasıl günlük hayatta aylık ödeme, gelir-gider hesabı yapılıyorsa, işyerinde durum değerlendirmesi yapıp ona göre yol alınıyorsa, Cenab-ı Hakk’a yakışır bir kul olabilmek adına maneviyata ve ruh dünyalarına dair günlük, haftalık, aylık hesaplar yapma vakti geldi de geçiyor.
Başkalarını değil, kendini hesaba çekme
Nefis muhasebesi elbette sadece bunları yapmakla kalmıyor. Çoğumuz hâlâ başkalarında kusur arayıp, onları kusurlarından dolayı sorgulayabiliyoruz. Oysa asıl sorgulanması gereken kendi kusurlarımız olduğu halde. Biri gırtlağına kadar çamura batsa, bizim ise çamur sadece topuğumuza bulaşsa yine de karşımızdakini sorgulayıp “Bu kadar çamur da ne?” demeye hakkımız olmadığını unutuyoruz. Üstelik “Neden ben topuğumu kirlettim?” deyip kendimizi sorgulamak dururken. İslam Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman’a göre, insan önce kendini eleştirmeli, dünya ve ahirette işe yarar amelleri (yapıp ettikleri) için sevinmeli, Allah’a şükretmeli, kötü amelleri için ise kendini levmetmeli, kınamalı, sıkıştırmalı, pişmanlık duymalı ve rotasını düzeltmeye çalışmalı. Özünü eleştirmek ferdî olabileceği gibi topluluğa ait de olabilir; ailenin, grubun, ümmetin durumu gözden geçirilmeli. Sonucunda ise olabildiğince tarafsız değerlendirmeler yapıp, ortaya çıkacak karne notlarına göre durumdan vazife çıkarılması gerekir. Bu konuda Allah katında mahcup olmamak için evvelâ insanın, kendi muhasebesini çok iyi yapıp, günde birkaç defa Rabb’isiyle olan münasebetini mutlaka gözden geçirmesi gerekiyor. “O hâlde bizler, zirvelere tırmanan dağcılar gibi, ayağımızı attığımız ve atacağımız yeri çok iyi kontrol etmeliyiz. Urganımızın ucundaki kancayı çok sağlam bir zemine tutturmalıyız; zira yapacağımız en küçük bir yanlışlık, hayatımıza mâl olabilir.”
Muhasebe için yol haritası
Pek çok kaynakta nefis muhasebesi adına atılabilecek ilk adımın, ibadetleri bir ritüel halinden çıkarmak olduğu söyleniyor. Bu konuda eğer bir yol haritası gerekiyorsa şöyle bir çizgi izlenebilir:İbadetleri samimi olarak yapma...
Allah’a karşı yaptığı ibadetlerin en şuurlusunu bile eksik bulma...
İnsanlar karşısında kendisini hor ve hakir görme; hem o kadar hor ve hakir görme ki, sadece kâfir olmadığından dolayı oturup kalkıp Allah’a şükredebilme....
Burada bir parantez açmakta fayda var. Zira Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, “Mecmuatü’l-Ahzab”da büyük zatlara ait “En şaki kulum” ifadelerini “Senin lütfun olmazsa” şeklinde düzeltiyor. Bu husus, büyük zatların nefis muhasebesini gösterme açısından önemli bir misal teşkil ediyor.
“Tefekkür gafleti izale eder.” cihetiyle yapılan her işte, söylenen her sözde gaflete düşmemek adına inceden bir tefekkür halinde olma...
TUĞBA KAPLAN
Kaynak: http://www.zaman.com.tr/aktuel/nefis-muhasebesi-icin-yol-haritasi/2039170.html
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)