Haz ve hızdan ibadete zaman kalmıyor
Doç. Mustafa Ünverdi: Daha fazla haz ve konfor için çabalayanlar bu koşturmacada ibadetlere zaman ayıramıyor. Din, yavaş yavaş sosyal ve bireysel hayattan çekiliyor. Gençlerin deizm ve ateizmden sıyrılması, yetişkinlerin İslâm’ı doğru yaşamasına bağlı.
Modern dönemde artan ateistik eğilimlerin pek çok sebebi var. Gaziantep Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Mustafa Ünverdi Hoca, ateistik eğilimlerin psikolojik ve sosyolojik nedenlerini ve özellikle gençleri etkileyen bu akımla ilgili dikkat edilmesi gerekenleri yazdı.
Din karşıtlığı ve dinî inancı inkâr nedenlerine ilişkin yapılan çalışmalarda insanların psikolojik, felsefi/düşünsel ve tecrübî sebeplerle ateizme yöneldiği anlaşılıyor. Modern dönemde ateistik eğilimin temel nedenini psikolojik ve sosyo-psikolojik etmenlerde görmek mümkün. Sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan kent kültüründe dine yer bulmak zor görünüyor. Gerek geçim endişesiyle boğuşan insanlar gerekse daha fazla haz ve konfor için çabalayanlar sürekli çalışmak zorunda hissediyor ve bu koşturmacada ibadetlere zaman ayıramıyor. Günlük hayatta etkin rolünü yitiren kurumsal din, yavaş yavaş sosyal hayat ve akabinde bireysel hayattan çekiliyor. Sekülerleşme ve dinî olanı reddetme/ateistleşme de böyle bir hayat akışının doğal sonucu olarak görülüyor. Dolayısıyla modern dönemde ateistik düşüncenin yayılmasının nedeni, dinin akıl dışı olmasında değil, aksine modernizmin getirdiği yeni hayat tarzında aranmalı.
SIRADAN VE SIKICI GELİYOR
Ateist eğilimin psikolojik nedenleri arasında insanın dinin klasik ve geleneksel tarzını “sıradan”, “sıkıcı” ve “özgürlüğü kısıtlayıcı” bulunması var. Kimi gençler seküler-ateist bir yaşam tarzını daha heyecanlı, özgün ve yaratıcı buluyor. Modern insan serbest yaşam tarzıyla müthiş bir özgüvene sahipken, dindar insan gelenekten kopamaz, taşralı kalır. Bu nedenle örneğin, taşralı bir genç üniversiteye geldiğinde yanında getirdiği sosyo-kültürel bagajdan kurtulmak isteyebilir. Modern yaşam, geleneksel olana göre daha göz alıcı, aristokratik ve sofistikedir. Bu ortama girebilmek için terk etmek zorunda olduğu şeyler arasında sadece geleneksel giyim-kuşam tarzı, yeme-içme biçimi değil, dini inanç ve ritüeller de vardır.
Ateizme neden olan psikolojik faktörler arasında kişinin kendisini yeterli görmesi (istiğna), rahata düşkünlük, hazcılık, bağımsızlık arzusu, musibetler neticesinde oluşan hayal kırıklıkları, arkadaş telkini, dindarların olumsuz davranışlarına karşı tepkisellik ve nefret vardır. Bütün bunları “ahlakî zaaflar” şeklinde okumak mümkün.
BAZI İDEOLOJİLERLE İLERLİYOR
Ateizmin Batı’da Aydınlanma ile birlikte Pozitivizm, Materyalizm, Nihilizm ve Darvinizm gibi ideolojilerle birlikte ilerlediğini söylemek mümkün. Rönesans döneminden itibaren ivme kazanan tabiat bilimleri, dini bilginin epistemolojik değerini reddetmiş ve hakikati duyumsanabilen varlıklara indirgemiştir. Felsefi kanıtlara dayalı gelişen ateizmin, son birkaç asırdır Batı’da özellikle Hıristiyan teolojisine karşı bir reddiye geliştirdiğini söylemek de mümkün. Bu bağlamda maddenin ezeliliği, kaotik evren tasavvuru, bilimin biricikliği, kötülük problemi ve Tanrı’nın adaleti sorunu, ahlakın otonomluğu ve dinden bağımsızlığı gibi konular genel olarak ateistik görüşün felsefi dayanaklarını oluşturur. Özellikle Tanrı, insan, kader ve kötülük gibi kavramlara ilişkin felsefi sorgulamalarla ateizm arasında bağ kurulur.
Ateizm ve deizm gibi din karşıtı eğilimlerde tepkiselliğin de önemli rolü olduğu vardır.
OLUMSUZ ÖRNEKLERE BAKIYORLAR
Dini temsil eden kişi ve kurumların ahlaka aykırı tutumları, dini giyim-kuşam ile örtüşmeyen davranışlar, muhafazakâr/sağ iktidarlara yöneltilen adalet, liyakat, israf vb. eleştiriler, tepkisel ateizme neden olabiliyor. Keza dinî kimliğe bürünmüş şiddet ve terör eylemleri veya dinin siyasi ve ticari istismarı da olumsuz bir etkiye sahip. Halk arasında yaygın olan “hocanın dediğini yap, yaptığını yapma” sözü maalesef bu durumun halk dilinde somut hale gelmesidir. Bu durumda ateizm aslında dinî inançlara karşı rasyonel tutumu değil, yozlaşmış dindarlığa karşı bir sığınak niteliğindedir.
GENÇLERE GÖRE DİN KARŞITLIĞININ NEDENLERİ
2020 yılında bir grup gençle yapılan mülakatlarda gençler arasında din karşıtlığının çeşitli sebeplerle ortaya çıktığı görüldü. Bu araştırmada gençlerin dinî inanç ve değerlere yaklaşımında internetin büyük etkisi olduğu tespit edildi. Ancak kendisini bilinçli bir şekilde deist veya ateist olarak tanımlayanlar belirli okumalarla bu karara varıyor. Buna karşın bazı gençler popüler kültürün etkisiyle din karşıtı kavramlara yöneliyor, fakat ateizm, deizm ve agnostisizm gibi felsefi kavramların ne anlama geldiğini bile bilmiyorlar. Onlar bu terimleri “farklı” olma adına, bilinçsizce kullanıyor. Gençlere göre yaşıtları arasında din karşıtlığında olanları buna sevke eden nedenler önem sırasına göre şöyle:
1. İnanç konularındaki bilgisizlik.
2. Müslümanların diğer din mensuplarını ötekileştirmesi.
3. Dinin gençlerin psiko-sosyal sorunlarını tatminkâr şekilde çözememesi.
4. Dinin, dinî bilgi veya dinî duygu bakımından yetersiz olan gençlere ulaşamaması.
5. Din dilinin ve dinî söylemin bilimsel ve felsefi okumaları olan gençler için yetersiz kalması ve “eski”mesi.
6. Dinin getirdiği sorumluluk ve sınırlamalardan soyutlanma isteği, “özgürlük” arzusu.
7. Yaşadıkları travmalar nedeniyle kadere ve Allah’a isyan edilmesi.
8. Aile ortamında İslam’ın bilinmemesi ve yaşanmaması.
9. İlahiyat konularının halkın önünde kavgalı-gürültülü şekilde tartışılması.
10. Dini temsil noktasından olanların buyurgan tavırları, aşağılayıcı ve kavgacı üslupları.
11. Dinî sorular ikna edici cevaplar yerine hazır bilginin dikte edilmesi.
ÜÇ ŞEYE DİKKAT EDİN
Bu noktada gençlere onların iç dünyalarını tahrip eden şu üç hususa dikkat etmelerini tavsiye ediyoruz: Boş vakit, boş zihin, boş kalp. Onlar sorguladıkları konuların İslam geleneğinde mutlaka incelenmiş olduğunu bilmelidirler. Bu nedenle ikna edici cevabı aleyhte yayın yapan yerlerde değil, İslam hakkında uzmanlaşmış kişi ve kurumlarda arasınlar. Ve inanç dünyalarını yozlaştıracak tutum ve davranışlardan sakınsınlar. Çünkü insan kelimeleri ve davranışlarıyla şekillenir.
Son söz de yetişkinlere ve ailelere:
Müslümanlar İslam’ın adalet ve merhamet yüklü mesajını temsil ettikleri ve dini bilgiyi hayatla doğru şekilde buluşturdukları ölçüde yeni nesillerin din ile ilişkisi de olumlu olacaktır. Seküler ideolojinin hayatı ötekine yaşanmaz kıldığı bu dünya, kalbini ve zihnini ilahi vahyin rehberliğiyle inşa etmiş gençlerle huzur bulacaktır.
tahapinar
7 Temmuz 2022 Perşembe
27 Haziran 2022 Pazartesi
26 Haziran 2022 Pazar
15 Haziran 2022 Çarşamba
14 Haziran 2022 Salı
30 Kasım 2016 Çarşamba
Görmez Hoca kadar olmak isterdim
KONUŞMASINI okuyunca imrendim, hayıflandım, içerledim, utandım...
FETÖ’yle mücadelede adalet ve hakkaniyet çağrısı yapıyordu.
Kendimi nasıl ayıpladım ‘şu kadar da olamadım ya’ diye.
Gerçi son günlerde aynı duyguyu sık yaşamaya başladım.
AB’den kopan bir Türkiye’nin 3. dünya ülkesi gibi görüneceğini ben de biliyordum.
Ama Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek kadar filtresiz olamadım.
Lafı dolandırmadan, ağzımı eğip bükmeden olduğu gibi söyleyemedim.
Onun Twitter’daki rahatlığıyla yazamadım, elimi serbest bırakamadım.
En az Şimşek kadar risk almak, allem kallem etmeden dümdüz yazabilmek isterdim, yazamadım ya...
Aynı şekilde idama da karşıydım.
Ama Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş kadar otosansürsüz olamadım.
İdam uygulamasının sakıncalarından dem vurmadım değil.
Geri getirmenin faydadan çok zarar getireceğini ben de gördüm.
Ancak onun gibi ağzımı doldurarak ‘Ben idama karşıyım’ cümlesini kuramadım. Kurmayı göze alamadım.
Çok isterdim oysa Tuğrul Türkeş kadar net olabilmeyi, olamadım ya...
Yine...
Referandum sandıkları kurulmadan önce OHAL’in kaldırılması gerektiğini ben de düşündüm.
Ama Başbakan Binali Yıldırım kadar dobra olamadım.
‘OHAL altında seçime götürdü derler, dedirtmemek lazım’ diyemedim.
Sandığa giderken OHAL’in kaldırılması gerektiğine dair görüşümü, onun gibi yüksek sesle ifade edemedim.
Değil Hürriyet’in manşetinden duyurmak, içsesimi şu kısık köşeden bile duyuramadım.
Fikrimi açıklarken Başbakan Yıldırım kadar rahat olabilmeyi ne çok isterdim halbuki, olamadım ya...
DAHA NELERİ SÖYLEYEMEDİM
Gelelim en çok içime oturan kısmına.
FETÖ sanıklarının çoluk çocuğunun da cezalandırılması, rızıklarıyla oynanması, geçim kaynaklarının kesilmesi bana da dokundu.
Ama Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez kadar açık olamadım.
Onun gibi hiçbir kaygı ve endişeye kapılmadan, tam bir huzur ve güven içinde kanaatimi takır takır seslendiremedim.
Birkaç mırın kırın ettim, şurasından burasından değindim...
Fakat Görmez Hoca gibi, otosansüre tabi tutmadan vicdanımın hakkını veremedim.
Şunu diyemedim işte:
“Bu yapıyla bir şekilde yolu kesiştiğinde cahil ve masum adımlarla hareket ederek iyi işler yaptığını zannedenler, örgütün akıl hocalarından, proje mimarlarından, kasa ve cüzdanlarından, elebaşlarından ayrı değerlendirilmelidir...”
Diyemedim ki “Bu kişilerin topluma yeniden kazandırılması, karşılarında devletin hakkaniyeti ve mutedil duruşunu bulması son derece önemlidir”...
Diyemedim ki “Bir kimsenin işlediği suçtan dolayı başkaca bir yakınının mağdur edilmesi düşünülemez. Suçlu da olsa hiç kimse açlığa ve yokluğa mahkûm edilemez, rızıkları kesilemez”...
Diyemedim ki “Bu ilkeler hakkın ve hukukun gereği olup, FETÖ’yle mücadelede bu ilkelere riayet edilmesi adaletin yanı sıra toplumsal huzurun tesisi için de elzemdir”...
Görmez Hoca kadar otosansürsüz olabilmeyi bütün kalbimle isterdim, ne ki olamadım ya...
Düşündüğünü, inandığını, hissettiğini, doğru bildiğini yutkunmadan, evirip çevirmeden tok bir sesle söyleyebilmek gibisi yoktur.
Eleştiri gibi nimet, özeleştiri gibi fazilet yoktur.
Bu lükse sahip olanlara bakıp için için ben hayıflanmayayım da kim hayıflansın.
Akif Beki
24 Temmuz 2013 Çarşamba
Ruhumuz Nerede ?
Hızlı olmayı marifet sandık… Aynı anda birden fazla işi yapabilmek büyük maharetti.
Hem ev işine hem dışarı işine koşturabilmek çağdaşlıktı…
Hızlı konuşmak zeka göstergesiydi…
Hızlı yiyebilmek pratikliğin simgesiydi…
Hızlı soru çözmek daha başarılı kılacaktı bizi.
Hızlı okuma yarışlarıyla daha minicikken tanışarak daha bilgili olacaktık.
Hızlı yürümek, hızlı hareket etmek zamandan kazandıracaktı.
Hep bir acelemiz olmalıydı, hep bir yerlere yetişmeliydik.
Koşturduk, koşturduk… Ne işler bitti, ne planlar… Hızlandıkça çözülmesi gerekirken sarpa sarıyordu her şey. Hayata ve birbirimize karşı kontrolsüzlüğümüz artıyor ve avcumuzun içinden kayıp gidiyordu zaman.
Aynı anda on çeşit yemek yapabilmek, o yemekleri yerkenki ağız tadımızı artırmıyordu oysa.
Daha çok soru çözüp daha yüksek puanlarla, çok iyi okullara yerleşince mutluluğumuz tavan yapmıyordu.
Hızlı yemek, vücudumuza gereksiz ağırlıklar ve hastalıklar eklemekten başka bir şeye yaramıyordu.
Hızlı okumak, hızlı soru çözmek, hazmedemediğimiz bilgilerden öte bir yere ulaştırmıyordu bizi.
Bize yapılan ve farkında olmadan yavrularımıza yaptığımız kötülüğü hiç bilemedik. Hep bir yerlere yetişme telaşı… “Hadi yavrum çabuk ye.” “Hadi yavrum hemen giy ayakkabılarını.”
O yavrular da peşi sıra koşturmaya başladı ardımızda. “Neden bu acele?” sorusunun cevabı hep bir muamma olarak kaldı, telaştan bu sorunun cevabını merak edebilen bile olmadı.
Sakinlikte gizliydi evrenin sırrı oysa. Bir çiçeğin aylar süren serüveninde saklıydı hayatın kokusu. Yüce Yaratıcı’nın istese anında var edeceği bir canlıyı, aylarca anne karnında bekletmesindeydi sabrın anlamı. Kainatın sükûnetinde ne güzellikler uzanıyordu bize. Bilemedik hayatın anlamını, koşturmakla meşguldük çünkü. Kah evde, kah dışarda o işten bu işe…
Ev işlerini en hızlı bitirmeyi hüner saydık ama o işler hiç bitmedi. Günden güne, marketten markete koşmayı sosyallik sandık, çocuklarımızın dilleri dışarıda biz sosyalleştikçe onlar sosyalliklerini, doğallıklarını kaybetti.
Hissedemeden, fark edemeden, şükredemeden geçen koskoca bir ömür… Ardımızda her bir davranışımızı kopyalayan çocuklarımız… Ruhlarını dinleyecek zamanı onlara tanımadığımız, ellerinden çekiştirirken merak dolu gözlerini etraftan çekip aldığımız ama her bir parçası gerilerde kalan… Heyecanlarını yitirttiğimiz, yeteneklerini körelttiğimiz yavrular… Geleceğin “Zengin oldum, başarılı oldum ama mutlu olamıyorum.” diyen psikolog kapıları aşındırıp da bir türlü yaşamanın hızını kesemeyen mutsuzları…
Kızılderililerin bir hikâyesi vardır, sıkça anlatılan… Araştırma yapmak için bir süreliğine Kızılderililer ile kalan bir yazar, onların bir âdetini keşfeder. Kızılderililer, grup halinde gidecekleri yere doğru hızla ilerlerken birdenbire durup, bir süre bekleyip sonra tekrar yola koyulurlar. Yazar bu duruma birkaç defa şahit olunca en sonunda dayanamayıp: “Neyi bekliyoruz? Niye yolumuza devam etmiyoruz?” diye sorar. Kızılderililerden biri cevap verir: “Vücudumuzun hızlı hareketine ruhumuz yetişemiyor ve vücudumuz ilerlese de ruhumuz geride kalıyor. Bu nedenle biz ruhumuzun geride kaldığını hisseder hissetmez durup, ruhlarımızın bize yetişmesini bekleriz.”
Peki ya biz? Vücudumuz nerede şimdi, ruhumuz nerede?
Gonca Anil
25 Nisan 2013 Perşembe
Üzülmek iyidir
İnsan bir duygu varlığı... Duygularımızla ancak insan olmanın derinliklerine ulaşabiliyoruz. Hiçbir duygu da bize acı çekelim, üzülelim diye verilmedi. Yaşamımda kendi yaşadığım yas sürecinden geçerken, hepimize “şifa olsun” diye duygularımı paylaştığım bir süreçte, üzüntü duygusuysa hemhal olmadayım şimdilerde.
İnsan olarak bazen öyle şeylere üzülüyor, öyle şeylere ağlıyoruz ki yaşadığımız olaylar, bizi hiçbir yere taşımıyor, acı vermekten başka... Ve bir gün gerçekten üzülmeyi hak eden bir durum yaşadığımızda, üzüntümüzü anlamlandırabildiğimizde, üzüntüyle yenileniyoruz. Üzüntüyle iyileşiyoruz belki de…
İlk evimi aldığımda, evin camları için yaptırdığım tül perdelerin tamamı -yanlış ölçü alındığı için- camdan beş santim kısa kesilmişti. Eve geldiğimde tüm pencerelerden dışarısının da görüldüğü o beş santimlik fark için döktüğüm gözyaşlarının hesabını nasıl veririm bilemiyorum. Günlerce üzülmüştüm. Uzun olsa bir şeyler yapılabilir ama kısa kesildiği için bir şey yapılamadı. Her gördüğümde üzüldüm.
İlk kitap taslağımın tüm metninin silinmesiyle yaşadığım üzüntü, kafesten kaçan kuşuma döktüğüm gözyaşlarım, geçen sene köpeğin boğarak öldürdüğü tavşanım... Çocukluğumun camisinin yıkılması, çocukluğumun insanlarını bir bir kaybedişim, her geçen gün beni bilen, çocukluğumu bilen, bana dair, çocukluğuma dair anları benimle paylaşan insanların birer birer azalması ve en son olarak en büyük parçalarımdan biri olan babamın buralardan ayrılışı, hepsi birer üzüntü...
Bazısı küçük, bazısı büyük ama yaşanırken hepsi kalbin en derin yerinden geçiyor… Ve yaşattıklarıyla hep aynı şeyleri işaret ediyorlar. Üzüntüleri yaşayıp, üzüntünün getirdiği armağanları almadan göçüp gidersek buralardan çok şey kaybedeceğiz sanırım.
Şimdi düşünüyorum da insan nelere nelere üzülüp kahroluyor. Galiba üzüntünün altında her şeyin gelip geçici olduğunu unutmamız var. Bu dünyayı “kalacağımız yer” olarak kodlamışız zihnimizde. Kendimizi de “ev sahibi” görüyoruz. Ve tüm çabamız bir şeyleri oldurmaya, zevk ve beğenilerimize göre sabitlemeye çalışmakla sınırlı. Oysa bu mantık bize üzüntü üretmekten başka bir işe yaramıyor. Ne dünya daimi evimiz, ne de biz bu dünyada ev sahibiyiz. Ne gelen gitmekten kurtulabiliyor bu dünyadan, ne de giden dönüyor bu dünyaya.
Ve tüm üzüntülerimizin kaynağı da “kayıp” olarak kodladıklarımızdan kaynaklanıyor. Bir şeye ne kadar değer veriyorsak, gitmesiyle beraber yaşadığımız acı ve üzüntü duygusu da o denli yoğun oluyor.
Değer vermeseydik eğer dünyaya, hayatın bitmesi de üzüntü uyandırmazdı. Dünya değerli olmasaydı gözümüzde ve üzülmeseydik, kaybettiklerimize yeniden kavuşmaya duyduğumuz istek de olmazdı. Öteleri arzulamazdık. O halde üzüntü duygusu bize acı vermek için değil, asıl olana yüzümüzü döndürmek ve geçmeyeni istemek için verilmiş olabilir mi?
İnsanoğlu biyolojik olarak dünyaya geldiği ilk andan itibaren bağlanmaya eğilimlidir ve sevdiklerinden, bağlandıklarından vazgeçmeye hiç bir zaman hazır değildir.
Sevdiğimiz bir eşyayı kaybettiğimizde, bir insandan ayrı düştüğümüzde, gençlikten yaşlılığa geçtiğimizde, verdiğimiz değer oranında yaşadığımız üzüntünün yoğunluğu da değişiyor.
Eğer üzülsek ve ifade edemesek, o zaman da kendimize acımaya başlıyoruz bir süre sonra. Bir karamsarlık, bir umutsuzluk kısır döngüsünde yalnızlığa bırakıyoruz kendimizi.
Bazen de üzüntüsünden her şeyi bir şikâyet vesilesi yapan insanlar oluveriyoruz. Üzüntü bizi iyileştireceğine, daha fazla hasta ediyor...
Mutluluk ne kadar sahiciyse, üzüntü de o kadar sahici ve yaşamın içinde... Eğer üzüntümüz karamsarlığa ve çaresizliğe dönüşmemişse mutlaka iyileşeceksiniz/iyileşeceğim.
Üzüntü sevileni istemek için, geçmişteki fark edilemeyen güzellikleri fark edebilmek için, yaşamı tamamlamak içindir. Evde oturup içe dönüp kendine acımak ve algı çarpıtmaları içinde kaybolup gitmek için değil!
Üzüntüyle beraber gelen diğer bir duygu şefkattir. Üzüntüyü bilenlerin diğer insanlara söyleyecekleri çok şey olduğunu düşünüyorum. Üzüntünün içinden geçenlerin, üzüntüyü doğru okuyabilenlerin kâinatın içindeki her şeye yakınlaştığını ve daha anlayışlı insanlara dönüştüklerini görmekte ve idrak etmekteyim.
Üzüntüyle duanın birleşmesi, hüzünle insanın kalbinin iyileşmesi mümkün sanırım. Üzüntüyle beraber hayatın gerçeğine yakınlaşıyoruz, yaşamın değerini idrak ediyoruz. Sonuç olarak acı gibi, üzüntüde iyidir ve adam eder insanı.
Nazli Özburun.
Edalı Kadın
“Eşim Aşkım Olsun” kitabımdan…
Edalı Kadın
Yönetmen Cezmi bey, çekmeye niyet ettiği yeni filminde başrol oynayacak kadın oyuncuyu bulamamaktan dolayı filmden vazgeçmek üzereydi. Bu filmi çekmeye oğlu Abay’ın ısrarı ile tamam demişti ama oyuncu seçiminin bu kadar zor olacağını düşünmemişti. Üç yıl önce kırk yıllık eşi, sevgilisi, kıymetlisi Zeycan’ı öldükten sonra hayata küsmüştü.
Evde kedisi, kitapları ve Zeycan’ın hatıraları ile yaşıyordu. Neredeyse evden hiç çıkmıyordu. Çok tanınmış, çok iyi filmler yapmış bir yönetmen olduğu halde film işini de bırakmıştı. Abay babasını hayata döndürmek için “Annemle yaşadığınız o büyük aşkı film yapmalısın.” diye tutturmuştu. Cezmi bey önce hayır dediyse de sonradan razı olmuştu. Tamam dedikten sonra hemen oturup senaryoyu yazmıştı. Zeycan’la çok güzel anıları vardı; yazdıklarından çok güzel bir aşk hikayesi çıkmıştı. Senaryoyu yazarken her anı yeniden yaşamıştı.
Senaryo ortaya çıkınca onu da bir film heyecanı sarmıştı. Kendini oynayacak olan erkek oyuncuyu seçmek zor olmamıştı fakat sıra kadın oyuncuyu seçmeye gelince orada tıkanmıştı. Bir aydan beri pek çok şirketten gelen oyuncuların hiçbirini beğenmemişti. O gün yakın arkadaşı ünlü yönetmen Fırat Fuat ona beş yeni oyuncu göndereceğini, gelecek olanların çok iyi oyuncu olduklarını söylemişti.
Ofisinin geniş salonunda kendini oynayacak erkek oyuncu Kenan ile oturmuş oyuncuları bekliyordu. Zaman geçiyordu ve artık oyuncuyu seçip bir an önce filme başlamak istiyordu fakat gün geçtikçe ümidi azalıyordu. Çalan zilden beş dakika sonra asistanı Yaprak kızlardan birini salona getirdi.
İlk gelen Burcu adında uzun boylu, sarışın, yeşil gözlü güzel bir kızdı. Cezmi beyin gözünün önüne Zeycan geldi. Çok güzel bir kadın değildi ama tam bir kadındı karısı. Neyse bu kızın kusuru da güzelliği olsun zararı yok, diğer aradığım meziyetlere sahipse diye düşündü. Kızın ses tonu da fena değildi. Burcu kısaca kendini tanıttıktan sonra provaya başladılar.
Oyunculara daha önceden senaryodan kısa bir bölüm gitmişti ve çalışıp gelmişlerdi. Burcu ve Kenan çalıştıkları bölümü canlandırmaya başlamışlardı. Kenan çok iyiydi ama Burcu odun gibiydi. Senaryoda kocasına çay getirme bölümü vardı ki tam bir felaketti. Cezmi bey daha fazla dayanamadı:
“Olmuyor, olmuyor.” diye bağırdı. “Çay getirdiğiniz kişi herhangi biri değil, aşık olduğunuz adam. Oyuncu olduğunuzu unutun düşünün ki kocanıza, sevdiğiniz adama çay ikram ediyorsunuz. Bunu büyük bir zevkle yapmaz mı bir kadın?”
Burcu tuhaf tuhaf baktı yüzüne. Çay getirmenin nasıl zevkli yanı olabilirdi ki? Sahneyi tekrarlamak için salondan çıkıp elinde çay tepsisi ve iki bardak çayla yeniden geldi salona.
Cezmi bey: “Kızım, evladım odun gibi yürüme, kadın gibi yürü.” diye bağırdı.
Burcu bu kez kırıtarak yürümeye başladı. Cezmi bey “Kadın gibi yürümek deyince kırıtarak yürümek mi anlıyorsun? diye sordu. Burcu’nun hiç sesi çıkmadı. Cezmi bey sakin olmaya çalışarak:
“Kadın demek eda demektir. Zeycanım edalı edalı bir çay getirirdi bana, gözlerimi ondan alamazdım. Ben edalı, kadın gibi bir kadın arıyorum. Sen Zeycan’ı canlandıramazsın.” dedi.
Burcu bu rolü çok istiyordu. İyi bir yönetmenin çektiği bir aşk filminde başrol oynamak onun için kaçırılmaz fırsattı. Bedava oyna deseler bile razıydı.
“Lütfen bir şans daha verin. Ben hayatımda kimseye çay ikram etmedim. Biraz daha çalışırsam yaparım.” dedi.
Cezmi bey güldü:
“Babanın çayını annen götürürdü, sevgilin de hazır kahve içiyordur onu da kendi hazırlıyordur. Sen köpüklü Türk kahvesi pişirmeyi de kesin bilmiyorsundur.”
Burcu kıpkırmızı oldu. Cezmi beyin bütün söyledikleri doğruydu.
Öte yandan Cezmi beyin ümidi yoktu Burcu’nun çalışarak bu sahneyi düzgün oynayacağına. Fakat o kadar yalvaran gözlerle bakıyordu ki bir şans daha verdi.
“Masanın başına geç, yemek hazırlamışsın kocanı yemeğe çağırıyorsun, o sahneyi canlandır. Unutma eda ve zarafet istiyorum.”
Burcu masanın başına geçti bütün kapasitesini zorlayarak edalı olmaya çalıştı: “Aşkım yemek hazır.” dedi. Sonra dönüp Cezmi beye baktı.
Cezmi bey olmuyor anlamında başını salladı. “Kızım ağzın gel diyor, gözlerin gelme diyor, burnun da canın isterse diyor. Sesin…Neyse onu demeyeyim.”
Burcu kıpkırmızı oldu. İki yıldan beri oyunculuk eğitimi alıyordu ve hocaları iyi olduğunu söylüyordu. Fakat bu adam hiç bir şey beğenmiyordu.
Ayrıca öyle donuk biri de değildi. Arkadaşları arasında sevilen, neşeli biriydi. Gerçi erkekten yana şansı iyi değildi ama onun suçlusu da kendi değildi; ortada adam gibi erkek yoktu varsa da kendine denk gelmemişti, öyle düşünüyordu.
“Biraz daha denesem, belki olur.” dedi.
“Keşke bu kadar kolay olsaydı sana bu şansı verirdim; fakat bu metin çalışarak yapabileceğin bir şey değil, önce kafanı değiştirmen gerek. Bu kafa yapısı ile olmaz. İki aydan beri denediğim bütün oyuncular senin gibiydi. Hepsi erkeksi. Şu kadın hakları, feminizm dedikleri nane mahvetti kadınları. Erkeklerle eşit olalım derken hepsi erkek olmuş. Kadın erkek arasındaki bu yarış kadınlığı öldürdü. ”
“Lütfen ne olur, bir şans verin çok istiyorum bu rolü.” dedi Burcu.
“Benden sana rol çıkmaz kızım. Başka yönetmene git. Güzel kızsın bulursun bir rol. Diğer yönetmen arkadaşlarım benim gibi oyuncu aramıyor. Dün bir televizyona baktım, belki denk gelir de film ya da dizilerden aradığım oyuncuyu bulabilir miyim diye…Aman Allahım, kadın oyuncuların hepsi sanki erkek. Yürüyüşleri asker gibi rap rap, bakışları dik dik, tavırları tam bir erkek. Tabii onları seyreden kadınlarımız da farkında olmadan onları modelliyorlar. Bu yüzden merak etme işsiz kalmazsın.”
Burcu’ dan sonra diğer dört oyuncu da aynı sebeplerle elendi. Yaprak salona girdiğinde Cezmi bey:
“Gel otur Yaprak, sen de çok yoruldun. Ne diyorsun bu işe? Yine olmadı. İki ay uğraştık, bir kadın oyuncu bulamadık. Görüyorsun değil mi pantolonu ayağına çeken gelmiş, biri de mini etek giymiş. Ben bu kadınları anlamıyorum. Pantolon bir erkek kıyafetidir. Bir pantolonun içinde ne kadar kadın olabilirler. Etek deyince de mini etek giyiyorlar. Biraz bacak biraz göğüs gösterince kadın olduk sanıyorlar. Bacakla göğüsle kadın olunsaydı, inekleri hiç bir kadın geçemezdi.”
Yaprak güldü. Cezmi beyin masasının karşısındaki koltuğa oturdu. Cezmi beyin ne demek istediğini çok iyi biliyordu. Uzun etek, ya da elbise giysinler istiyordu ki role daha kolay uyum sağlayabilsinler.
“Ben pes ediyorum Yaprak, vazgeçtim bu filmi yapmaktan. Bir kadın bulamayacağız.” derken Cezmi bey iki eli ile ağrımaya başlayan başını ovuyordu.
Yaprak filmin çekilmesini çok istiyordu.
“Hayır, lütfen vazgeçmeyin, biraz daha araştıralım, belki buluruz. Bu proje daha oyuncu seçiminde bile benim hayatımı değiştirdi; eminim filmi çekilirse çok kişi faydalanacaktır.”
“Nasıl hayatını değiştirdi?” diye sordu Cezmi bey, merakla.
“Ben sizin yanınızda çalışmaya başladıktan bir hafta sonra oyuncu seçimlerine başladık. Siz nasıl bir kadın oyuncu aradığınız anlatınca ben önce çok şaşırdım. İtiraf edeyim “çatlak bir yönetmen” daha dedim. “Edalı, kadın gibi bir kadın arıyorum” da ne demek, demiştim kendi kendime. Siz aradığınız özellikleri tek tek anlattıkça buraya gelen kızlara nasıl yürümeleri, nasıl konuşmaları gerektiğini tarif ettikçe ne demek istediğinizi anladım. Sonra kendime baktım. Ben de o gelen kızlar gibiydim. Yani odun kızlardan.”
Cezmi bey güldü.
“İyi bir muhasebe yapmışsın anlaşılan.”
“Evet yaptım. İki yıllık evliyim ve bir ay öncesine kadar evliliğim pek iyi gitmiyordu. Her geçen gün aşkımızın bittiğini ve birbirimizden uzaklaştığımızı görüyordum ama ne yapacağımı bilmiyordum. Sizin burada kadın şöyle olmalı, böyle olmalı tariflerinizi evde yapmaya çalıştım. ‘Kızlar da bir yürüyemiyorlar şöyle yürüseler olur, böyle yürüseler olur, seslerini şu tonda kullansalar olur, çayı şöyle getirseler olur.’ diye evde yapmaya çalışıyordum.”
“Bütün gün burada uğraşınca işi eve taşımışsın demek ki.” dedi gülerek.
“Aynen öyle oldu. Eve gittiğimde eşim henüz gelmemiş oluyordu o gelene kadar kendi kendime sizin tarif ettiğiniz gibi yürümeyi, konuşmayı deniyordum. Sonra hayatımda uygulamaya karar verdim. Önce eşimle konuşurken ses tonumu iyi ayarlamaya çalıştım. Herkese kullandığım ses tonundan daha yumuşak bir ses tonu kullanmaya başladım. Yumuşak bir ses tonuyla insan pek söylenemiyor, şikayet edip eleştiremiyor da. Ses tonumu düşürmenin bir de böyle bir faydası oldu. Ben değiştikçe eşimin bana karşı davranışları değişti; ilgisizliği gitti. Yeniden ilk zamanlardaki gibi sohbet etmeye başladık.”
“Doğru yerden başlamışsın. Ses tonu çok önemli.”
“Sonra akşamları çay faslımız başladı. Eşim de ben de bitki çayları seviyoruz. Çayları hazırlayınca eşime götürürken sizin burada tarif ettiğiniz gibi yürümeye çalıştım.”
“Pantolonla değil umarım.”
“Tabii ki onu burada öğrendim, etek ya da elbise giyiyorum. Pantolon giymeyi çok azalttım. Dikkatinizi çektiyse işe de etek ya da elbiseyle geliyorum.”
“Evet fark ettim.”
“Filmin senaryosunu okumama izin verdiniz ya… Oradaki sizin yaşadığınız olaylardan da çok etkilendim. Karınızın sabrına, sevecenliğine hayran kaldım. Ona olan aşkınızın neden o kadar uzun sürdüğünü anladım. Sonra kendi davranışlarımı düşündüm. Her şeye çabucak parlayan, bağıran, inatçı, dediğim dedik bir kadın olduğumu fark ettim.”
“Bunların hepsi erkek özelliği biliyorsun.”
“Evet. Rahmetli Zeycan hanımın sayesinde eşime peki demeyi öğrendim. Eşimi çok bencilce sevdiğimi, sadece kendimi düşündüğümü onun mutlu olup olmamasını pek önemsemediğimi fark ettim. Mutsuzluğum için onu suçluyordum. İlgisizsin, düşünceli davranmıyorsun, diye. Bunları bıraktım. Mutlu edilmeyi beklemek yerine eşimi mutlu etmeye odakladım kendimi.”
“Sen onu mutlu etmeye çalıştıkça eşin de seni düşünmeye başladı değil mi?”
“Aynen söylediğiniz gibi oldu. Eskiden ben böyle yaparsam alışır da sürekli benden fedakarlık bekler mi diye korkardım.”
“Fedakarlığını da kadınca yapacaksın erkek gibi değil, erkeğin görevlerini üstlenerek, daha fazla yorularak değil. Hem kadın hem erkek olmaya çalışarak olmaz bu iş. Kendi üzerine düşün vazifeleri seve seve yapman yeterli. Kadın olarak eşine biraz da nazlanacaksın, edanı zarafetini kaybetmeyeceksin.”
“Çok haklısınız, çok şey öğrendim ben, sizden ve rahmetli eşinizden. Sayenizde eşimle aşkımızı tazeledik ve her şey güzel gidiyor. Bu yüzden de lütfen vazgeçmeyin, bu film çekilmeli. Daha çok insana faydalı olacaksınız ben inanıyorum.
Yaprak’ın bu samimi itirafları ve “bu film çekilmeli” demesi Cezmi beye yeniden şevk verdi.
Yaprak gittikten sonra Cezmi bey de çıktı iş yerinden. Zeycan’ı hatırlayınca özlemi yine içini yakmıştı, onu ziyarete gitmeliydi. Mezarlığa gitmeden önce kırmızı bir gül fidesi aldı. Elinde çiçek, kalbinde aşk ile sevdiği kadının yanına gitti.
Sema Marasli
13 Mart 2013 Çarşamba
Süreç ve anne yüreği
Kabul; bir yanımız hep tedirgin. Karamsarlığa kapılmak istemiyoruz ama önceki deneyimlerden canımız çok yandığı için, erken iyimserliğin de hayal kırıklığını büyüteceğinin farkındayız.
Bir süreç yaşanıyor ve eminim insanı, ülkesini, özgürlüğü, barışı seven, samimi olarak isteyen herkes sürecin olumlu sonuçlanmasını istiyor. Netice alındıktan sonra herkes kendi ‘özeleştiri'sini yapacaktır illaki. Ancak şunu ifade etmek bir yükümlülük: Terör meselesinde en çok devlet kendini aşmıştır. Her türlü çakallığa, art niyetli yorumlara aldırmadan, samimi olarak bu topraklarda akan kanın durması için üzerine düşenden fazlasını yapmaktadır. Bunun için Öcalan'ın görüşme zabıtlarında çizdiği ruh haline bakmak bile yeterli…Öyle kırılgan, öylesine riskli ve keskin bir çizgide ilerliyor ki bu işler, her şey bir anda tepetaklak olabilir. Terör bitecek, diye ödü kopanların, varlıklarını bu kanın akmasına bağlayanların varlığından da haberdar herkes. Dolayısıyla boş durmayacaklardır, hiçbir zaman.
Hatırlarsınız, kısa süre önce Kaymakam Kenan ile ilgili bir yazı kaleme almıştım. Kenan Erenoğlu bir semboldü. Elbette, tüm kaçırılan resmi/sivil insanlarımız içindi feryadımız. Nazmiye Anne de bir semboldü. Ağızlarının ucunda iğreti şekilde tuttukları barış kelimesini sakıza çeviren ikiyüzlüler için bir testti kaçırılanlar. Çifte standardın ve sahte vicdanlıların tablosuydu. Tıpkı devletin bilerek/bilmeyerek yaptığı bir hatayı ağızdan düşürmeyip, terör örgütünün akıttığı kanı görmezden gelmeleri gibi…Hatırlar mısınız, eski başbakanlarımızdan biri vaktiyle ‘AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer' gibi beylik bir laf etmişti. Bugün, geriye dönük okuma yaptığımızda ne AB, ne barış, ne özgürlük. Hiçbirinin samimi olarak talep edilmediğini çok daha net biçimde görüyoruz. Eski başbakan bunları söylerken, kendi komutanı, sırf kendilerini huzursuz hissetsinler diye, şehir merkezlerinde periyodik olarak bomba patlatıyordu!
Bu hafta vizyona girecek olan bir film var. İsmi Jîn. Bir terör örgütü mensubu kızın, örgütten kaçmak isteyip de kaçamamasını anlatıyor. Filmin değerlendirmesini başka yerde yaparız ama yönetmen Reha Erdem çok enfes bir noktayı yakalamış ve çarpıcı görsellikte anlatmış: Eğer barış istiyorsanız, bunun güzergâhı anne kalbidir. Nokta…Örgüt militanı kız da, yaralı asker de önce annesiyle konuşmak, annesinin sesini duymak istiyor. Biliyor ki, bir evladı hiç kimse annesi kadar sevemez. Ve evlat kanlarının dökülmemesinin tek yolu da anne yüreğine müracaat etmektir.
Gerekçesi ne olursa olsun, bir anayı üzüyorsanız, başarılı olma şansınız yok. İster devlet olsun adınız, ister örgüt, hiç fark etmez. Ana yüreğini yakanların yatacak yeri olmaz! Örgüt, kaçırdığı kişilerden 8'ini serbest bıraktı. 30'a yakın ismi kaçırdıklarını okumuştum bir yerde. İnşallah zarar görmeden kalan o kişiler de ailelerine, analarına dönerler. Ve biliyor musunuz, kimse önemsemeyebilir ama bu sürecin başarıyla sonuçlanabilmesi esasen analara bağlı. Ana bedduası alanların amaçlarına ulaşması mümkün değil, eğer süreç herkesi memnun edecek şekilde sonuçlanacaksa, anne duasına talip olmalı herkes. Tıpkı Nazmiye Erenoğlu gibi. Yıllar yılı büyütülen karşılıklı nefret o kadar devasa olup dağları aşmış ki, eritmek için anne duası ve merhametinden başka iksir yok kanaatimce. Çözüm melcei ve yuvası anne yüreği. Samimi olarak barış isteyenler annelere baksınlar. Bir ülkede anaların gözü yaşlı ise, mutluluk asla uğramaz oralara.
Nedim Hazar - ZAMAN
Yalana maruz kalmak...
Yalan söylemeyi büyüklerimizden öğreniriz. Peki, yalan söyler miyiz? Hayır, hiçbirimiz yalan söylemeyiz.
Yalan kelimesinin çok geniş bir sözlük anlamı var. Kandırmak için söylenen söz, sahte, asılsız, gelip geçici, gerçeğe uymayan, doğru olmayan vb. Bana kalırsa, yalan, doğru olmayandan daha fazlasıdır. Daha da 'basit'leştirip bir atalar sözüyle söyleyelim: Yalan ile iman aynı yerde durmaz.
Yalan, insana mahsustur ama insanî değildir. Yalandan kim ölmüş, diyorlar. Yalan, insanı değil, insanlığı öldürür.
'Atın dört ayağı vardır, yine de tökezler.' Elbette hata yaparız, yapıyoruz. Tam da burada, Peygamber Efendimiz'in şu mübarek cümlesini hatırlatalım: 'Mümin hata yapar ama asla yalan söylemez.' Bir uyarı daha: 'Şaka da olsa, yalan söylemeyin.'
Yalan söylemek, dilin afetlerindendir. Evet, iki dilli olmak da öyledir.
***
Yıllar evvel, 'yalancı şahit, nasılsın, iyi misin? / dertleşelim gel, hasar tespiti için' diye yazmıştım.
İnanıyorum ki, yalandan daha yıkıcı ve yakıcı olanı yoktur. Onunla bir şey kuramaz, fakat çok şey yıkarsınız. Gidersiniz, dönemezsiniz.
Yalanını yakaladığınız bir insanın doğrularına bile şüpheyle yaklaşmanız, yalanın ne kadar yıkıcı olduğunu gösterir.
Tezer Özlü, 'hiç kimseyi yalan söylediğini anlayacak kadar tanımak istemiyorum' diyor. Tanıdık ve üzüldük.
Siyasi yahut edebi ikballeri için yalan söyleyen çok kimse gördüm. Yalan, her şeyden önce, işlerimizin ve ilişkilerimizin bereketini kaçırır, kaçırıyor. Dönüp bakıyorsunuz ki, yanınızda veya elinizde bir şey kalmamış. Kalmış da kalmamış.
Bu ve benzeri nedenlerden dolayı, hüküm kesindir: 'Yalandan uzak dur!'
***
Evet. Dünya tükenir, yalan tükenmez.
Bu sözün ne anlama geldiğini çok düşündüm. Dünya, zaten 'yalan' değil mi? Ortaya, 'yalan tükenir, yalan tükenmez' gibi bir şey çıkıyor. İnsan dünyaya ait değildir, fakat yalan dünyaya aittir. Böylece, bir kez daha aynı yere gelmiş oluyoruz: 'Ey iman edenler, iman ediniz.'
Bugün, atalarımıza çok iş düştü. 'Ardıcın közü, yalancının sözü olmaz' demişler.
Söz, insanın tutma yeridir. Rahatlıkla, buradan kalkıp şuraya varabiliriz: Yalanın tutma yeri yoktur. Tekrar köz ve söz bahsine dönersek, yalanın sözden sayılmadığını görürüz. Devamını siz getirin.
Hazır kafiyeyi yakalamışken, güzel bir hatırlatma yapalım: 'Özü doğru olanın sözü de doğru olur.'
Bu da Hazreti Ali'den: 'Dilsiz ol, yalancı olma.' Çünkü 'yalan kadar insanı alçaltan başka bir şey yoktur.'
***
Bazen duyuyorum. Mecburiyetten kaynaklanan 'beyaz yalan'lardan bahsediyorlar. Böylece, yalana masumiyet elbisesi giydirmiş oluyoruz.
Bir kere, yalanın rengi olmaz, renksizdir o. Bu yüzden de her kılığa girer, her yerde karşımıza çıkar. Buna, bulunduğu ortamın rengini almak da diyebiliriz. Bilmem anlatabildim mi?
Örnekleri çoğaltabiliriz. Sözgelimi 'yalancı bahar' diyorlar. Ağaçlar, çiçekler ve hayvanlar yalan söylemez. İnsan nasılsa, karşısındakini de öyle sanırmış.
Cahit Zarifoğlu, 'ne çok acı var' demişti. Biz de şunu diyelim: Ne çok yalan var.
Şimdi, bütün bu 'bilgiler' eşliğinde, 'bir insanı kandırmak' meselesini tekrar düşünelim.
ibrahim Tenekeci - YeniSafak
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)