23 Şubat 2013 Cumartesi

Vefa ne zaman ölür?


Hayatımın bir döneminde ülkemizi ziyaret eden bir Japon beyefendisine bir arkadaşımın selâmıyla, refakat ettim. Japon beyefendiyi otogarda karşılayıp eve getirdim. Bu beyefendi, yıllar önce tanıştığı ‘Hasan’ ismindeki arkadaşının kabrini ziyaret için ülkemize gelmişti.

Aradığı Türkiyeli arkadaşı hakkında sohbet ederken, karşımdaki vefa timsali Japon uyruklu şahsiyetin, kırık-dökük Türkçesiyle; dudaklarından “O, bana Kur’ân öğretti, dünyaya bakışımı değiştirdi. Onunla tanıştıktan sonra hayatın gâyesini anladım. Yüzüm gülmezdi, sevmeyi öğrendim. Canlı, cansız her şeyle dost oldum.” ifadeleri döküldü. Gözleri pırıl pırıl ışıldayan Nohora Bey’in, sohbetin tam ortasında bu ifadeleri ne maksatla söylediğini tam anlayamadım. Ancak onun hayat hikâyesini dinledikçe, sağlam karakter yapısına hayranlığım artıyordu. “Ne şanslı bir insan, ne mübarek bir şahsiyet, ne müstesna bir kâmet!” şeklinde iç konuşmalar yapmaktan kendimi alamıyordum. 

Nohora Bey, elli yaşlarında gösteriyordu. Hasan’ı tam otuz yıl önce Şam’da tanımıştı. Üç ay 
kadar beraber çalışmışlar. Bu süre zarfında Hasan’dan çok şey öğrenmiş, en önemlisi de İslâm’la tanışmış ve Kur’ân’ın talebesi olmuştu. İslâm’ın güzellikleri yüreğinin derinliklerine kadar işlemişti. Hasan bir gün memleketine dönmek mecburiyetinde kaldığını söyleyip, adresini yazdığı bir kâğıt parçasını aceleyle Nohora Bey’in eline tutuşturmuştu. Ayrılırken de; “Dostluğumuz ebedî, merak etme, zîrâ biz iman kardeşiyiz artık.” demişti.

Hasan’a karşı vefa hissiyle dolu Nohora Bey, adresin yazılı olduğu kâğıdı göz nuru gibi saklamış. Onu kıymetli bir deri muhafaza içinden itina ile çıkarıp bana gösterdi. Kâğıdın defalarca açılıp katlandığı belli oluyordu. İlk üç sene, hiçbir cevap almamış olmasına rağmen, bu adrese her ay mektup gönderdiğini söyledi. Sonraki yıllarda bayramları dostluğunun pekişmesine vesile kılıp aksatmadan bayram tebrikleri gönderdiğini ve tam otuz sene, hiçbir cevap alamadığı hâlde bıkıp usanmadan yazdığını ifade ediyordu.

Hayatının müteakip dönemlerinde, Hasan’ın memleketine daha yakın olmak için, kendi isteğiyle bir firmanın Suudi Arabistan temsilcisi olmuş ve Riyad’a taşınmıştı. Düşüncelerini, “Belki de biraz daha yakın olmak istedim buralara.” diyerek ifade ediyordu. 

Nohora Bey, Hasan’dan hiç cevap alamayınca bir gün, “Son bir defa daha yazayım. Bu defa da cevap alamazsam, bir daha yazmanın mânâsı yok.” der. Son mektubu yazarken, Hasan’ın sağlığından şüphe duyduğunu da dile getirir. Ne var ki bu son mektuba cevaben, Türkiye’den bir mektup gelir. Dünyalar onun olmuştur. Bir solukta Türk Büyükelçiliği’ne gider, mektubu tercüme ettirir. Mektup, Hasan’ın akrabasından gelmiştir. Mektupta özetle, Hasan’ın otuz yıl kadar önce trafik kazasında vefat ettiği belirtilmektedir.

Nohora Bey, karşımda sessiz sessiz ağlıyordu. “Olsun!” diyordu. “Onun öğrettiği, tanıttığı Rabb’ime şükürler olsun ki, dostum vefasız değilmiş. Dostluğumuz da ebediymiş gerçekten. Yoksa muhakkak arardı beni. Ve şâyet yaşamış olduğunu öğrenseydim bu kadar sevinmeyecektim. Asıl o zaman ölmüş olacaktı benim için.”

Cüneyt Eren - Sizinti

19 Şubat 2013 Salı

Ey nefsim!..


Gündüzler geceleri, geceler gündüzleri kovaladı... Günler haftalara, haftalar aylara; aylar yıllara inkılâb etti... Baş döndürücü bir sürat içinde yuvarlanırken rastladığımız her şeye uzandık, her şeyle meşgul olduk. Merak saikiyle bir yığın abese ömür harcadık, her biri mutlak bir hikmete hizmet eden ten zevk ve lezzetlerini maksad-ı bizzat telâkki edip neticelerinden sarfı-ı nazar ettik. Kısacası, koca bir ömrü hebâ ettik...

Hâfızamıza kazınan hâtıraların ölü ama geniş dünyâsı ile zihin ve muhayyilemizin mahsûlü emel ve hayâllerimizin sonsuz, ancak mevcûd olmayan dünyâsını hayatın kendisi vehmederek ölüm düşüncesini, ömrün kısalığını bir tarafa bıraktık. Ebediyete dünyâda mazhar olmuş gibi yaşadık... Yazık ki aldandık; bir vehmin, bir serâbın kurbanları olduk!.. Ömür, gerçekte çok kısa ve hayat, sadece yaşadığımız o kısacık ândı... Hep tek bir ân, son bir nefesten ibaret zayıf bir hayatı nasıl da daimî vehmettik Allah’ım!..

İhtiyarlamakta olduğumuzu fısıldayan bütün emâreleri önce duymazlıktan geldik... Sonra emâreler göz sahasına da girince ürperdik, sarsıldık, uyanacak gibi olduk ama “intibak” denen o tuhaf kabiliyetle yeni vaziyete de ayak uydurduk, umûmî bir gaflet “Hayat her yaşta güzeldir!” diyordu. Ağarıp seyrekleşen saçlarımıza, sarkan yanaklarımıza, kırışıkların haritaya çevirdiği alnımıza inad gafletli hayatımıza devam ettik...

Derken baştan çıkarıcı ten zevk ve lezzetlerimizin de eski tadlarını kaybetmeye başladığını dehşetle farketik, lâkin yine uyanmadık... Hastalıkların öncü kolları ağrı, halsizlik ve yorgunlukları şaşkınlıkla karşıladık ama hakîkate gözlerimizi yummakta devam ettik...

Üstümüze vazife olmayan, tesir edemediğimiz, halli bizden beklenmeyen umûmî hayatın bir yığın sûretâ büyük, gerçekte küçücük meselelerini halletmek için Donkişot’u akıllı mevkiine yükselten gayerteler sarfettik, bir yığın abes kavgaya gözü kapalı atıldık... Her kavga ruh ve kalbimizde bir yığın yara açtı, her mağlûbiyet dimağımızı mahvetti... Ancak yine de uyanmadık!..

Umûmî hayatın hiç sonu gelmeyecekmiş gibi daimî ve geniş görünen şa’şaalı hayatını hayatımız sanmak gibi dehşetli bir gaflete düştüğümüzü bir türlü anlayamadık. Her ölünün arkasından kısa ânlarla sarsıldık ama devam eden umûmî hayatın şa‘şaası içinde gaflet yolculuğumuza geri dönmekte hiç gecikmedik. Ölümünün ardından bir kaç gün Ertaş’ın nağmeleri ile hüzünlendik, bir kaç gün Birand’ın  “Aman kimselere randevu vermeyiniz!” deyişiyle hüsrâna uğradık ama asla uzun sürmedi... Hiçbir felâketin sarsamadığı, hiç bir uçurumun ürpertmediği o kalın gafletimizle hep devam ettik...

Halbuki ey nefsim!.. Herkes gibi seninde kısacık bir ömrün, elem ve ızdırablarla alûde zayıf ve fânî bir hayatın var!.. Tiriliyonlarla zerrenin içine yerleştirildiği derin bir gün yırtılacak, zerrelerini bir arada tutan ruh ile hayat çekilecek ve zerrelerin toprağa geri dönecek, dağılacaktır... Sen zannettiğin cesedinden kurtulmak isteyen o çok sevdiklerinden geride kalanlar, ondan kurtulmak için toprağın altına gömmekten başka bir şey yapmayacaklar, yapamayacaklar... Öldüğün ânda onlar için en mühim iş, cesedini toprağa gömmek  olacaktır; bunun için çok acele edecekler. Bir akşam vakti ölmüşsen en fazla sabahı bekleyecekler, lâkin cesedin ikinci akşamı toprağın üstünde göremeyecek, mutlaka gömülmüş olacaksın...

Hayatının şu hazân mevsiminde de uyanmazsan, büyük “Hikmet”i görmez, sonsuz “İlim” ve “Kudret” tecellilerine gözlerini yummakta devam eder “Allah”ı  Güneşten daha parlak bir şekilde çıplak gözlerle görmezsen ebedî mağlûb ve kaybetmişlerden olacaksın. Kaybettiklerini ne çözülen Kürt  Meselesi, ne Erdoğan’ın Başkanlığı, ne de umûmî hayatın senden sonra da bir müddet devam edecek şa‘şaalı gidişi telâfi edebilir... Vehim ve hülyâlarından sıyrıl... Bu vahanın yeşilliğinde su yok!.. Uyan artık...

Hüseyin Yilmaz - Bugün Gazetesi

12 Şubat 2013 Salı

‘Kamelyalı Kadın’lar, kamelyasız mesajlar!


Birkaç gün önce bir aile faciası ile karşı karşıya kaldım. Bakın olaya…

Akşam saat 11 civarında adamın telefonuna bir mesaj geliyor. Karısı göz ucuyla eşine bakıyor. Adam, gelen mesaja şöyle bir bakıp tebessüm ediyor. Kadın huylanıyor, telefonu eşinin elinden almak için uzandığında, adam gülerek telefonu arkasına saklıyor. Kadın zorluyor, adam saklıyor.  Ve sonunda kadın kocasının elindeki telefonu almayı başarıyor.

Mesajlara bakıyor. Son gelen mesaj yok, silinmiş. Eşine “Kim göndermişti az önceki mesajı?” diye soruyor. Adam alaycı bir tavırla “Bilmiyorum, sildim” diyor. Kadın bu sefer, “Peki, bilmediğin mesaja bakarken niye tebessüm ettin?” diye sinirleniyor ve “Bana doğruyu söyle” diye ayağa kalkıyor. Adam, eşini sakinleştirmek için kolundan tuttuğunda kadın iyice sinirlenip “Bırak kolumu” diyor ve elindeki telefonu fırlatıyor. Duvara çarpan telefon sıçrıyor ve koltukta uyuyan 9 aylık bebeklerinin başına çarpıyor. Çocuk çırpınarak uyanıyor, korkuyla ağlamaya başlıyor.

Bu sefer adam “Sen manyak mısın be!” diyerek karısının üzerine yürüyor. Kadın “Manyak sensin!” diye bağırıp kocasını sertçe itince adam yere düşüyor. Kadın sonra o sinirle kucağına bebeğini aldığı gibi kendini dışarı atıyor.

Nereye gittiğini bilmeden soğuk havada koşarak bir aile dostlarının zilini çalıyor. Kapıyı açan komşu kadına ağlaya ağlaya kocasının kendisine yaptıklarını anlatıyor. Kapıdaki konuşmaları duyan ev sahibi beyefendi “İsterseniz eşinizle gidip bir konuşayım” diyerek kadının geldiği eve gidiyor.

Kapıyı çalıyor. Komşusuna neler olduğunu soruyor. Adam anlatıyor: “Akşam otururken, telefonuma bir mesaj geldi. Mesajı okudum, ilgilenebileceğim bir mesaj olmadığı için sildim. Eşim ‘Niye sildin o mesajı?’ diye kıskançlık krizlerine girdi. Evin içi birdenbire cehenneme döndü.” diyor.

Komşusu, “Peki mesaj kimden gelmişti?” diyor. Adam, “Belediyeden gelmişti” deyince, komşusu kendisiyle dalga geçildiğini düşünüp biraz da sert bir ifade ile “Ne belediyesi abi!” diye kızıyor.

Adam olayı olduğu gibi anlatınca “Vay özensiz yaşayan ülkemin insanının hâline vay!” diyesiniz geliyor.
Olay şu: Adamcağız, bir gün belediyenin düzenlediği bir etkinliğe katılmış ve oradaki görevlilerin telefon numarasını kaydetmesinde bir mahzur görmemiş.

O günden sonra telefonuna ha bire isteğinin dışında mesajlar gelmeye başlamış. Kimi zaman belediyenin kültürel etkinliğinin tanıtımı, kimi zaman bayram kutlaması mesajları… Adam bu mesajları durdurmak için çok uğraşmış, başaramamış. Sonunda hattının bağlı bulunduğu telefon şirketini aramış ve durumu bildirmiş, onlar ilgileneceklerini söylemişler. Aradan birkaç gün geçmiş, artık mesaj gelmiyor diye seviniyormuş ki işte o gece “KAMELYALI KADIN” diye başlayan bir tiyatro oyununun reklamını yapan mesaj gelmiş. Eşinin kıskanç olduğunu bildiği için oyunun ismini görünce adamcağızın tuhafına gitmiş, tebessüm ederek silmiş. Eşi bu tebessümden huylanmış ve karı-koca arasındaki duygular pimi çekilmiş bomba gibi kontrolsüzce patlamalara dönüşmüş.

Olayı duyduğumda ülkemiz insanı adına çok üzüldüm. Kişinin özel yaşamına izinsiz girişlerin insana saygısızlık olduğunun bilinmemesine üzüldüm…

Ama bu, ne ilk ne de son…

Pizza siparişi veriyorsunuz, telefonunuz sisteme kaydediliyor ve ertesi gün sizden izin alma gereği duymadan “pizzada kampanya” diye mesajlar gelmeye başlıyor.

Alışveriş yaptığınız mağazadaki kasiyer, “Faturanızı hazırlıyorum, telefon numaranızı alabilir miyim?” diye soruyor ve siz suiistimal edeceğini tahmin bile etmeden veriyorsunuz numaranızı. Ertesi gün telefonunuzda bir mesaj “sayın müşterimiz…” diye başlıyor.
Telekom şirketleri bu suiistimallerden iyi kazanç elde ettikleri için bu alana kimse dokunamıyor. Siz kurbanlık koyun gibi telefonunuza nereden mesaj geleceğini bekleyip duruyorsunuz.

Bence ülkemiz insanı bundan daha çok saygıdeğer bir yaşamı hak ediyor.

Adem Günes - Aksiyon