28 Nisan 2012 Cumartesi

Bir lirayla cennete gidilir mi?



Bir lirayla cennete gidilir mi?
İnsan, Allah'ın sanat eseridir. Bunun için Allah'ın emirlerine uygun yaşamak zorundadır. Basit bir misal verelim: Elektronik cihazların bütününün çalıştırma esasları vardır.

Bu esaslara göre çalıştırılmazlarsa arızalanırlar. İşte maddî âlemdeki cihazların tarifnamesi olduğu gibi manevî âlemden olan insanın da çalışma prensipleri Kur'an-ı Kerim'de yazılıdır. Kur'an-ı Kerim insanın bütün ihtiyaçlarına cevap veren bir kitaptır.
Ben acayip bir hal görüyorum. Araba sahipleri arabalarını bakıma alıyorlar fakat kendilerini bakıma almıyorlar. Maddî organlarımız acıktığı gibi manevî organlarımız da acıkır. Beyin acıktığında ilim ister, kalp acıktığında iman ve ibadet ister. Fıtrat yalan söylemez. Nasıl ki yeterli beslenmediğimizde rahatsızlanıyoruz, manevi organların da istekleri yerine getirilmezse can sıkıntısı başlar. Stres psikolojik hastalıklara, depresyona sebep olur. Tedavi olunması gerekir. İslamiyet koruyucu tıptır.
Yaratan, Rahman ve Rahim'dir. Kullarının kötü duruma düşmemesi için peygamber göndermiştir. Peygamberimiz yaşayan İslamiyet'tir. Müslümanlar için bir modeldir. O'nun hayatını öğrenip O'nun gibi yaşamaya çalışmak en büyük ibadetlerdendir.
Alışkanlıklarımızı ibadete döndüreceğiz. Ayakkabı giymek gibi basit bir işte, evvela sağ ayakkabıyı giymek sünnete uygundur diye hatırlarsak, ayakkabı giyme işi bile ibadet olur. Sünnet-i seniyye hayattır. Dünyayı cennet eder.
Sünnet-i seniyyeye ittiba etmek, Allah'ı sevmenin alametidir. Sevmek inanmakla, bilmekle olur. Allah'ı sadece sıfatlarıyla öğrenebiliriz. Marifetullah ilmin esasıdır. Bu ilim, Allah'ın emir ve yasaklarını bilerek, hakkıyla yaşamamızı sağlar.
Mesela namaz kılmak cüz'i ibadettir. Namazda okuduğumuz ayetleri yaşamak külli ibadettir. Fabrika işçileri fabrika sahibi için çalışırlar, ücretlerini ondan alırlar. Kâinat denilen bu büyük fabrikada çalışan çeşitli ırklar, dinler var. Bunların içinde kim, Allah için çalışır, Allah için görüşür, Allah için yola çıkarsa hayatı ibadete döner. Haramları terk etmek namazımıza külliyet kazandırır.
Sabah evden çıkarken neye inandığımızı biliyor olmalıyız. Bir kardeşimize rastladığımızda, "Allah selam vermemi istiyor." deyip selam verirsek, o da mutlu olur biz de... Hem de sevap kazanmış oluruz. Otobüse bindik diyelim. Birisi ayağımıza bastı, sinirlendik. Hemen hatırlayacağız ki Allah bizden sabırlı olmamızı istiyor. O zaman öfkeye kapılmayız. Hem başımız derde girmez hem sevap kazanırız. İşte, hem günümüz güzel geçti hem Allah rızası kazandık.
İşyerimize gittik. Bir müşteri bizden mal almaya geldi. Kilosu otuz lira ama bir liralık eksik versek fark etmeyecek. Allah'ın emrini hatırladık. Bize, "Aldatmayın!" diyor. "Bir liradan ne çıkar!" demedik. O bir lira bizi cennete götürür.
Allah'ın emrine göre hareket eden Müslüman'ın her hali sevap hanesine yazılır...
Allah'ın bizden ne istediğini unutmadığımız zaman daima sevap kazanabiliriz...

Hekimoglu Ismail

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1280114&title=bir-lirayla-cennete-gidilir-mi

27 Nisan 2012 Cuma

Hep Sen Gelirsin




Nerede gezinen bir bulut görsem,
Aklıma ilk önce hep sen gelirsin,
Ne zaman toprağa yüzümü sürsem,
Bereket sezince, hep sen gelirsin.


Seheri hasretle bekleyen bir gül,
Gülün hasretinden inleyen bülbül,
Ruhumu mest eden nazik bir sümbül,
Gönlüme girince hep sen gelirsin.


Bir ağaca baksam dalsız budaksız,
Çok şeyler anlatan dilsiz dudaksız,
Elleri koynunda nerede öksüz,
Başını sevince hep sen gelirsin.


İki güne sığan bir öğünlük aş,
Vefalı yar iki dünyalı yoldaş,
Yağmur ile dağla, taşla arkadaş,
Aklıma düşünce hep sen gelirsin.





Yüzümü çevirsem böldüğün aya,
Hatıran yükselir sanki semaya,
Muhtaç düştüğümde ekmeğe suya,
Biraz gecikince, hep sen gelirsin.






İnatçı demiri yumuşatan dil,
Ağlayan geceyi güldüren kandil,
Yoktur senden başka bunu böyle bil,
Alemlere rahmet tek sen gelirsin.

Sebahattin Tüzün
Kurak toprakları müjdeleyen yel,
Küskün yarınları sevindiren el,
Beşerin umudu son arzu emel,
İmdat istenince hep sen gelirsin.
Her iki cihana giydirilen taç,
Kainata ikram edilen sertaç,
Dertliye kol kanat, dertlere ilaç,
Şifa denilince hep sen gelirsin,
Yuvası dağılmış yavrusu yitik,
Bir anne şefkati içinde bitik,
İki gözü iki çeşme bir kütük,
Hayali geçince, hep sen gelirsin.

26 Nisan 2012 Perşembe

Çocukluğun erozyonu


Çocukluğumda yaramaz değildim. Biraz inatçı olduğumu söyler annem o kadar… Ama az da olsa ceza alırdım, televizyonlu odadan diğer odaya gönderilirdim mesela. Bu benim için büyük bir cezaydı, haftada bir gece, o da cumartesi gecesi olan Türk filmini kaçırmak vardı. Ben diğer odada kıvranıp dururken, annemler Türk sinemasını izlerdi. Ceza mı, alın size ceza…

Şimdi düşünüyorum da aynı cezayı benim verebilmem imkânsız…

Çocuğuma böyle bir ceza vermeye kalksam, odasına gitmek onun için bir ceza değil, büyük olasılıkla ödül olur. Cep telefonundan, evde her daim var olan kablosuz internetten istediğini yapabilir. Odasında televizyon yok ama internetin olduğu her yerde, her şey, istediği anda en kolayından erişebildiği bir şeye dönüşüyor. Telefonu ortalama bir telefon olmasına rağmen üstelik de… Ayrıca mp3 çaları var. Kulağına taktı mı ben içeride ne söylesem,kendi kendime konuşmuş olurum…

Bugün teknolojinin içine doğan çocuklarımız büyük bir erozyona maruz kalıyorlar. Anneler uzunca bir süredir dışarının risklerine göre daha risksiz buldukları televizyonu bir çocuk bakıcısı olarak kullanmaya başlayalı çok oldu. Televizyonun verdiği yoğun uyarıcıyla büyüyen, televizyonun karşısında yemek yedirilen ve çizgi filmlerle uyutulan çocuklar, dikkat eksikliği sorununu yoğun bir şekilde yaşamaya başladılar.

Bu bir tesadüf olmasa gerek. Her odaya televizyonun alınması, internetin her daim hazırda olması, büyüklerin ilişki kalıplarını değiştirdiği gibi çocukluk döneminde daha fazla bir erozyona neden oluyor.

Çok fazla uyarana maruz kalan çocuklar zekâ olarak gelişiyor, çabuk öğreniyorlar, belki daha fazla bilgiye daha erken yaşlarda çocuk programları sayesinde ulaşabiliyorlar. Peki, bu nereye kadar anlamlı?
Sadece seyrederek ve seyrettirerek dünyaya ve yaşama dair orijinal bir bakış kazanılabilir mi? Hiç sanmıyorum!

Çocuklar şimdilerde birbirleriyle değil, ekranlarıyla oynuyorlar. Anneler arasında, çocuklarının bilgisayar kullanma becerisi bir övünme kaynağına dönüşmüş durumda. “Benden daha iyi biliyor!” diyor bir anne, yedi yaşındaki çocuğunun bilgisayar kullanmadaki becerikliliğini anlatmak adına. Akıllı telofonlar, tabletler çocukları avutmak için oyuncağa dönmüş durumda.

Bir bilgisayar oyununda adamları bir yandan öldürüp dururken, bir yandan onların tekrar dirildiklerini gören bir çocuk nasıl bir duygusal erozyona uğramaktadır, hiç düşünüyor muyuz?

Çocuk hayatı en çok oynadığı oyunlarla öğrenir. Eğer oynadığı oyunda eyleminin sonuçlarını gerçek yaşamda olduğu gibi alamıyorsa hareketlerinin sonuçları konusunda bir farkındalık kazanamaz.

Sonra siz bu çocuğa gerçek hayatta bir insana zarar verdiğinde onun canının yanacağını nasıl öğreteceksiniz? Merhamet duygusunu nasıl yaşanacak?

Teknolojiyle tanıştırma çılgınlığımıza feda ettiğimiz çocuklarımız, teknolojiyi nasıl kullanacaklarını öğrenemeden zararlarından dolayı telef oluyorlar.

Çocukluk dönemi bir daha asla telafisi olmayacak bir zaman dillimidir. Ve bu dönemde yaşının gerektirdiği oyunları sadece gözleriyle değil tüm bedeniyle katılarak oynayamayan bir çocuk, bir daha bu fırsatı ve bunun getirdiği öğrenme fırsatını yakalayamayacaktır.

Teknolojiyi seçerek ve geciktirerek çocuklara aktarmak zorundayız. Öncelik insan doğasına uygun olan davranış ve tutumların öğretilmesine verilmelidir.

En başta bizim teknolojiyle olan ilişkimizin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. İyi bir model olmak ve sonrasında çocuklarımızı teknolojiyle değil, önce doğayla, insanla ve kendisiyle karşılaştırmaya karar vermekle başlamak gerek...

Bazı şeyler için çok geç olabilir, özellikle “Çocuktur, anlamaz!” dediğimiz dönemden hemen sonra anlıyoruz ki onlar her şeyi anlamışlar ve üstelik bazı kurallar için artık çok geç olmuş.

O zaman oturup “Çocukluğu erozyondan kurtarmak için ne yapabiliriz?” diye her birimiz kendi özelimizde yeniden düşünmeliyiz. Ve ardından hemen harekete geçmek lazım ki vakit çocuklarımız için çok geç olacak…

Nazlı Özburun / Aile Terapisti
nazliozburun@gmail.com

25 Nisan 2012 Çarşamba

Gözleri korumak ve porno


Nur suresi 30. ve 31. âyet-i kerîme:
Mü’min erkeklere söyle, gözlerini (haramdan) sakınsınlar, mahrem yerlerini (ırzlarını) korusunlar. Bu onlar için daha temizdir. Hiç şüphesiz Allah, onların yaptıklarından haberdardır.
Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, mahrem yerlerini korusunlar.”

Harama bakmak, kişinin öncelikle manevi hayatına zarar verir. Sonrasında fiziksel ve ruhsal hastalıklara kapı açar. Cinsel hayatı olumsuz etkiler.

Cinsel sorunların fazlasıyla yaygın olduğu günümüzde, sorunlara neden olan en önemli etkenlerden birisi cinsel uyarıcıların çok fazla olmasıdır. Erkekler daha çok gözleri ile uyarıları alırlar. Toplum hayatı içinde cinsel cazibesini ortaya sunan kadınlara bakan, aynı ortamlarda bulunan ya da porno izleyerek, sürekli uyarı alan erkekler iktidarsızlık sorunu çekerler.
“Güzele bakmak sevaptır.” deyip bedenini teşhir eden kadınlara bakan, cinsel içerikli dergileri takip eden ya da porno izleyen erkeklerin, cinsel gücü azalır. Çünkü her cinsel uyaranla birlikte erkeğin cinsel enerjisi eksilir. Erkek cinsel gücünü gözleri ile parça parça dağıttığı için eşiyle cinsel birliktelik yaşarken aldığı haz azalır. Kainatın güzelliklerine bakmak sevap, harama bakmak her iki dünyada da azaptır.
Haramdan gözlerini sakınan erkeklerin ise cinsel enerjileri daha fazladır, eşleri ile daha iyi bir birliktelik yaşarlar.

Gençler, porno sitelerini cinsellikle ilgili bilgi almak amacı ile kullanabiliyorlar. Oysa bu sitelerden doğru bir cinsel bilgi almak mümkün değildir.  Porno sitelerinin açılma amacı, cinsel ürünler satmaktır. Bunu yapabilmek için siteye girenlerin kendileri ile ilgili güvenlerini bozarak, orda satılan ürünlere ihtiyaçları olduğuna inandırmak için kuruludur tezgah. Porno sitelerinde cinsel organı anormal büyük erkekler kullanılır;  izleyen erkekler kendileri yetersiz görsünler ve sitede reklamı çıkan penis büyütücü ilaçlardan satın alsınlar, diye.
Penis büyütücü ilaçlar, hormon sistemi için zararlıdır, erkeğin cinsel hayatına en büyük darbeyi bunlar vurur.  İyi bir cinsel yaşam için en önemli şey, kişinin güven duygusunun yerinde olmasıdır.

Cinsel birliktelikte penis boyunun uzunluğu erkeğin ya da kadının daha fazla zevk alması açısından önemli değildir. Kadın vajinası, çok esnek bir yapıda yaratıldığı için, vajina penis boyu ne ise ona göre şekil alır.
“Cinsel gücü artırıcı” diye pazarlanan ilaçların ise, sonu ölüme götürebilecek pek çok yan etkisi vardır. Erkeğin cinsel gücünü artırıcı desteğe ihtiyacı varsa, bu doğal ürünlerden karşılanmalıdır.

Pornonun cinsel hayata bir darbesi de cinsel birliktelikte en önemli evre olan ön hazırlık evrelerinin bu sitelerde olmayışıdır. Pornoda direk cinsel ilişki başlar. Oradaki kadınlar ateşli, her an ilişkiye hazır kadınlar, olarak gösterilir. Oysa kadınlar erkekler gibi hemen cinsel birlikteliğe hazır olamazlar. Öpme, dokunma, tatlı sözler gibi bir hazırlık safhasından sonra cinsel istekleri uyanır.

Bu yüzden erkeğin eşini cinsel ilişkiye hazırlaması, zaman ve emek harcaması lâzım. Cinselliği porno sitelerindeki gibi algılayan erkekler, eşleri ile de orada gördükleri gibi birliktelik yaşamak isterlerse bu durum karı koca arasında cinsel sorunlar çıkmasına sebep olur.

Hiçbir estetiğin olmadığı, hayvanca bir şekilde cinsel ilişkinin gösterildiği bu siteleri izleyen genç kızlar ise cinsellikten tiksinti duymakta ve iğrenç bulabilmekte. Bu da o genç kızların evlilik hayatında cinsel sorunlar yasamasına kapı açıyor.

Porno sitelerinin bir zararı da bağımlılık yapmasıdır. Ergenlikten itibaren porno siteleri izlemeyi alışkanlık haline getiren erkekler, evlendikleri zaman normal cinsel ilişkiden zevk almayıp eşleri ile birlikte olmak yerine, porno izleyerek tatmin olmayı tercih ediyorlar.

Bu da karı kocanın birbirinden uzaklaşmasına sebep oluyor.

Ergenler için ayrı bir tehlike de aynı cinslerin birbirleri ile olan sapık ilişkilerin olduğu sitelerin yaygın olması yüzünden sapkınlığın yaygınlaşmasıdır.  Gençlerin anormal ilişkilere yönelmeleri ve cinsel kimliklerinin bozulması da ayrı bir sorun olarak karışımıza çıkıyor.

Dini çevrede yetişmiş, aileden dini eğitim almış gençlerin, porno sitelerine girmeleri ise daha da kötü sonuçlar doğuruyor.  Harama bakmanın yasaklanmış olduğunu bilen bu gençler: “Zaten günahkarım, Allah’ın huzuruna çıkacak yüzüm yok.” diye düşünerek, ibadetlerini de bırakabilmektedirler. İnandığı gibi yaşamamanın verdiği sıkıntı ise bu gençlerin ruh sağlığını ciddi şekilde bozmaktadır.

Yetişkinlerin pornoya yaklaşmamaları, manevi hayatın lezzetini almaları ve evlilik hayatında da iyi bir cinsel yaşam sürdürmeleri için gereklidir. Çocukları korumak için de bilgisayarlarda “aile koruma şifresi” mutlaka kullanılmalıdır. Aksi takdirde küçük çocuklar bile çok erken cinsellikle tanışma tehlikesi altındadır.  Porno günümüzün en büyük belasıdır.
                                       http://www.cocukaile.net/  Cinsel Eğitim Özel Yazı Dizisi

Müslümanlar ve Cehalet


Bugün müslümanların en büyük sıkıntılarından birisi hiç kuşkusuz bulunmuş oldukları cehalet, bilgisizlik ve ilimsizliktir. Yaşamış olduğumuz bu uzun ve bir türlü bitmek bilmeyen dönem, adeta biz müslümanların “cahiliye devridir”. Zamanında Arabistan Yarım Adasında Cahiliye Devrini ortadan kaldırıp, sona erdiren bu din şimdi kendisi bir cahiliye devri yaşamaktadır sanki. Bunun sebebi ise bu dinin kendisi değil, onun mensuplarıdır. Zamanın müslümanları bugün herşeyden evvel kendi dinlerini yeterince bilmemektedir. Bu sıkıntı ise onları cehalete sürmektedir. Ve dinlerinin temelini teşkil eden “OKUMAK” onlar için yabancı bir terimdir adeta. Dolayısıyla “okumayı” da takip etmemektedirler. Maalesef bugün müslümanların büyük bir kitlesinin kültür ve bilgi seviyesi çok aşağılardadır. Bu yüzden de çağa uymakta sıkıntı çekmektedirler. Bu bilgi eksikliği önce inandıkları kendi dinlerinde başlıyor ve yaşamış oldukları çağın bilgisiyle devam ediyor. “Çağı yakalıyamadıkları” gibi, kendi dinlerini ve bununla beraber kendi kimliklerini de yakalıyamıyorlar. Dereler ve aralarda kalmış, mileklerde boğulmuş, avare kuşlar gibidir günümüzün müslümanları. Neye uyacaklarını bilemez vaziyettedirler. Bütün çabalar ve gayretler nafile. İlim, bilgi, irfan ve görgü kavramlarıyla aralarında uzun bir mesafe vardır sanki.
Halbuki bunun tam tersi olması gerekmez mi? Müslümanlar bilgili, görgülü, aydın, münevver ve çağdaş olmaları gerekmezler mi? En azından bizim peygamberimiz öyle bir insan değil miydi? Ve bizler de onun kutsal emanetini taşıyorsak, kendimizi onun ümmeti olarak tanımlıyorsak, bizler de onu örnek alıp, hakkıyla onun gibi olmamız gerekmiyor mu? Önderimiz diye bildiğimiz o şahsı neden gerçek anlamda önder kabul etmiyor, örnek almıyoruz?
Bizim dinimiz ve bizim peygamberimiz aslında cehaleti sona erdirmek için gelmişti bir zamanlar... Yaklaşık 1500 yıl evvel... Bizim dinimiz cahiliye devrini nihayetlendirmişti. Cahiliye devrindeki haksızlıkları ortadan kaldırıp, adaleti getirmişti, eşitliği yaymıştı, zalimleri durdurmuş ve mazlumlara sahip çıkmıştı. Bizim dinimiz nebinin ahirete intikalinden sonra da aynı şekilde devam etmişti. Avrupa bir orta çağını yaşarken, müslümanlar ilmi boyutta ilerinin ötesindeydi. Bir zamanlar...
Ve şimdi? Şimdi müslümanların hali ne durumda? Müslümanlar neden ilimden ve  irfandan çok uzaklarda kaldılar? Kitaplarla araları pek mi, hiç yok. Kitap okumuyoruz, gazete okumuyoruz. Şaheserler tanımıyoruz. Klasikleri bilmiyoruz. Evdeki odalarımızda bir kütüphanemiz bile yok. Varsa da, ona hiç başvurmuyoruz. Kitabımız ve rehberimiz olarak kabul ettiiğimiz Kuran-ı Kerim’i bile baştan sonuna kadar okuyup anlamış değiliz. Peygamberler tarihinden tutun ki son peygamberin hayatını ve sünnetini eserlerden öğrenmiş değiliz. Bizim öğrendiğimiz ufacık bir bilgi birikimi ancak ve ancak vaazlarda duyduğumuz hocaların bizlere aktardıkları bilgilerdir. Yani kulaktan duyma bir müslüman tipiyiz biz. Ancak hazıra konmayı bilir kendimizi yormayı sevmeyiz. Ağır gelir bizlere, kendi başımıza, kendi gayretlerimizle bir kitabı açıp da okumak...
Pekiyi, müslümanlar olarak bugün bulunduğumuz cehaletten nasıl kurtulabiliriz? Bu sorunun yanıtı elbette ki bir iki cümleyle cevaplandırılamaz. Ve cehalet dediğimiz bu illet elbet bir günden diğerine hemen ve ansızın ortadan kaldırılamaz. Bu bir süreçtir ve zaman ister. Zamana ihtiyaç duyulduğu için de bir an evvel başlamakta fayda vardır. Zira ömürleri Allah`tan başka bilen yoktur. Aklıma gelen bazı konular ise şunlardır. Herşeyden önce müslümalar dinlerini sağlam bir şekilde öğrenmesi gerekirler. Öğrenmek yetmez, öğrendiklerini tatbik etmesi lazım. Buradaki belki de en mühim mesele müslümanların beş vakit namazıdır efendim! Bugün müslümanların büyük çoğunluğu ibadetlerin en önemlisi olan günlük beş vakit namazı kılmamaktadırlar. İşte bu inanan bir müslüman için en büyük cehaleti, en korkunç umursamamazlığıdır. Öncelikle müslüman bu lakayıtsızlığının farkında olup bu cehaletini ortadan kaldırması lazımdır. Bundan ziyade namazlarımızda okuduğumuz surelerin bile manasını bilmemekteyiz. Günde en azından 40 defa okuduğumuz FATİHA SURESININ manasını ömür boyunca hiç mi merak etmiyoruz, yahu? Merak etmek... İşte buda müslümanların büyük sıkıntılarından birisidir. Merak etmemek. Merakdan kastım tabii ki ilime ve bilime olan merakımızdır. Dinimizi merak edelim! Ve dünyayı merak edelim! Lisan öğrenelim! Ve kültür öğrenelim! Bugün git gide küçülen dünyada, sınırsız iletişim imkanı olduğu bu dünyada müslümanlar - bilhassa bizler gibi Avrupa’da yaşayan müslümanlar- yabancı dil bilmesi gerek. Yıllardır Avrupa camilerinde bir türlü becerilemeyen önemli bir konu da, Arapça kursları verilip, bu dili öğrenmek olacaktı. Avrupa ülkelerinde yıllardır yaşayıp, ömür tüketmelerine rağmen, hala bu ülkelerin dillerini yeterince konuşamayanlarımız var. Türk kanallarının son yıllardaki artışı ve etkisiyle, bu diller tamamen unutulmuş bir vaziyette.
Gündemi takip etmek veya etmemek de yine biz müslümanların en büyük sıkıntılarından birisidir. Ve bu da yine bir cehalet belirtisidir. Dünyada ve yaşadığım ülkede neler olup bitiyor? Bilmem ve tanımam gereken hangi şahıslar var? Mesela Alman siyaseti ne durumda ve ne tür gelişmeler oluyor biz müslümanların lehinde veya aleyhinde (lehinde pek gelişmeler olmuyor da zaten)? Neler yapmamız gerekiyor? Neye itiraz etmemiz ve neye müdahele etmemiz gerekiyor imkanımız çapında? Bunlar biz müslümanları meşgul eden sorular olmalıdırlar. Bizim bu fani dünyadaki ömrümüz böyle geçmemelidir.
Müslüman hanımların cehaleti ise tamamen ayrı bir boyutta. Yukarıda bu din bizi cahiliye devrinden kurtardı demiştik. Bu din bununla birlikte kız evlatlarını diri diri toprağa gömülmekten de kurtarmıştı. Yani kızlara yaşama hakkını vermişti. Bizler de bugün kızlarımızı bu şekilde toprağa gömmesek de, ilimden ve imandan yoksun yaşayan ölülere çevirdik. Yaşıyorlar belki, ama ölüler sanki.
Evet kıymetli okuyucularım! Biz müslümanlar bugün ilk emri “Oku!” (ve ardından düşün! – zira Kuran-ı Kerim ayetlerinde defalarca insanları düşünmeye davet ediyor) olan bir dinin mensupları olarak okumayı hayatımızın en son sıralarına yerleştirdik ve onu yeterince uygulamıyoruz. Okuyan ve düşünen insan olamadık ve değiliz de ne yazık ki!  Hal böyle olduğu için, nesillerimize de aktaracağımız bir bilgi birikimimiz yok maalesef. Fikir adamı olamadık ve yetiştiremiyoruz da. Biz ancak hazıra konmasını seven ve emek sarfetmesini sevmeyen insanlarız. Kulaktan duyma taklitci bir kitleyiz biz, fakat fikir adamı değil. Çünkü bizim fikrimiz yok. Aklımız var belki, ama fikrimiz yok. Bu gerçekten böyledir ve bu şekilde de burada söylenmesi gerekir. Ne adabıyla ve usulüyle eleştirmesini biliyoruz, ne de eleştirilmesini. Ne ilim meclisleri kurabiliyoruz, ne de fikir sohbetleri oluşturabiliyoruz. Ne durumumuzu tespit edip değiştirme gayretindeyiz, ne de yeniliklere açılmaya hazırız. Bizler gerçekten 21.inci yüzyılının cahiliye devri müslümanlarıyız.

Selma Öztürk

"Anneciğim işin bitince beni sever misin"...



Kapıdan içeri girer girmez neşeyle bağırdı:
“anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu?”
“görmüyor musun? Telefon la konuşuyorum.”
Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu.
Her şey erteleniyordu telefon ve Araba söz konusu olduğunda.
... Bir de eve misafir gelecek oldumu kendisine hiç yer kalmıyordu.
Nerelere gitsindi?
Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan Tencere kaşık sesleri geliyordu.
Koşarak yanına gitti.
“sana yardım edeyim mi?” dedi en sevimli halini takınarak. Annesi manalı manalı baktı.
“hayırdır. Bir yaramazlık filan. Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten.”
Yorgunluk nasıl bir şeydi. Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır “nasıl yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni”
Diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi. Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.
“anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor.”
“uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan ölüyorum.”
Bu kelimeden nefret ediyordu. Yorgunum. Yorgun olduğumdan. Böyle yorgun yorgunken…
“anneciğim sen yorulma diye…”
“yemekte konuşuruz çocuğum. Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz.”
“hani siz yoruluyorsunuz ya…”
“eeee….”
“ben de oynamaktan yoruluyorum.”
“ne yapayım?”
“bilmem…”
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı. Işıklar söndü birden.
Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.”mum da yok” diye diye karıştırdı dolapları el yordamı.
Çocuk sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü.
Gaz lambasının ışığında deli tavsan masalını anlatışını. Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne.
Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavsan kafası yaptı. “bak deli tavsan” diyerek parmaklarını oynattı.
Yoldan gecen arabaların farları duvardaki tavsana yol açtı. Tavsan alabildiğine hür dolaştı sağda solda.
Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu.
Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı.
Neden sonra ışıklar geldi. kadın çocuğun hiç konuşmadığını akıl etti birden.
Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı.
Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu.

4+4+4 ve aklıma takılanlar


Görmezden gelmedim, uygun zamanda doğru şeyler yazmak için vakit kolladım. Gün bugün olmalı ki oturdum bilgisayar başına döktürdüm içimden geçenleri… zihnime takılanları…

60 ayını tamamlayan minik yavruyu alıp annesinden, başka bir kuruma göndereceğiz ya hani eğitim alsın diye… gerçekten eğitebilecek miyiz, yoksa eskilerden kalma öğretim yanlışlarımızı beynine kazımaya devam mı edeceğiz muamma.

Okul hayatı bittiğinde “insan” olabilecek mi mesela?

Tarla/arsa/ev bölüşme sevdasına öp öz kardeşini öldürüp hapse girdiği zihniyetinden uzaklaşabilecek mi?

Sokakları güvenli hale getirecek mi yeni eğitim sistemi?

Sokak çocukları azalacak mı?

Hayatın içindeki gülmeyen mutsuz/umutsuz insanların sayısını azaltabilecek mi?

Ufacık nedenlerle burnundan soluyan, üniversite bitirdiği halde ilk fırsatta hakaret edip küfürler yağdıran insanların davranış biçimlerini, nezakete/zarafete taşıyabilecek mi?

Parası olmayan kişilerin, tüm sorunlarını parasızlığa yorduğu yanlış anlamayı düzeltebilecek mi?

Servetini artırırsa, her türlü sorunu bitecek zannederek, para için insan harcayan zihniyetleri değiştirebilecek mi?

Namus cinayetlerini bitirecek, mahkeme koridorlarındaki arbedeleri önleyebilecek mi?

… ve uzamasın diye benim yazamadığım, sizin aklınıza gelecek daha bir sürü şey!


Ana okuluyla normal okul karışımı başlayacakmış eğitimler. Çocuklar annelerinden alınacak, kurumlarda eğitimden geçecek. Kurumlar iyi organize olmuşsa, alt yapı doğru belirlenmişse, annesinin öğretebileceklerinden fazlası için kuzucuklar annelerinden ayrılıyorlarsa ne ala? Peki ya öyle değilse?


Teklifim şu; var mısınız “anne”leri “okul”a dönüştürelim!

İşin merkezinde anne var. Anne nerede bulunur? Ailede!

Peki anne ne işe yarar? Doyurur, besler, tüm ihtiyaçlarını karşılar...

Aslına bakarsanız ailenin en büyük öğretmenidir anne. Toplumsal yaşamın ilk öğretmeni.

Biz bu anneleri yeterince yetiştiremedik maalesef! Dolayısıyla aileyi, böyle yüce bir oluşumu yerle bir ettik. Ve baktık anneler doğru düzgün “insan” yetiştiremiyor, şimdi onun bıraktığı korkunç boşluğu, onun yerine kurulmuş sahte müesseselerle doldurmaya çalışıyoruz.

Annelerin kaliteli olması çok önemli. Annenin “anne” gibi kadın olması çok önemli.

Kendi bebeğini sevmesi, öpmesi, koklaması, dokunması…

Sağlıklı bir kadın olarak bebeğine doğru bilgiler aktarması,

Depresif olmaması, hayatı doğru okuması,

Ufkunun geniş olması, Allah’ın kendisine verdiği akıl nimetini doğru olarak kullanması,

Temiz fıtratlı olması, art niyetli olmaması, ilkeli olması,

Vakarlı/onurlu olması… onurlu olmakla kompleksli/inatçı olmayı birbirine karıştırmaması…

Öyle donanımlı, öyle akıllı, öyle kaliteli olmalıdır ki anneler… çünkü bebekler dünyayı annelerinin gözleriyle görürler. Anneleri gibi hayata bakarlar…

Anneleri cahil bırakıp, onların eksikliğini kurumlaştırıp, anaokulu oluşturacağınıza, “okul gibi anneler” yetiştirin! Anne kavramını, içeriğine uygun hale getirin!

İçinde annenin olmadığı, yıktığımız aile kurumlarının bıraktığı eksikliği, başka kurumlarla tamamlamaya çalışıyoruz… ve buna “anne okulu” diyoruz.

Gelin… Anneleri okula dönüştürelim… Bütün anneleri okula, evleri ilk eğitimin alındığı kaliteli kurumlara dönüştürelim… Var mısınız?

Gerçek “ana okulu” annenin kaliteli hale getirilmesidir. Destek anne okulu oluşturup, evlatları annelerinden uzaklaştırmak değildir. Annenin veremediklerini, çocuğa vermeye çalışmak değildir.

Yine göndeririz çocuklarımızı buralara sorun değil! Ama annenin eksikliğini tamamlamak içi değil, annenin ektiklerine ilaveler yapmak için.

Eleştirel bakmayı öğrensinler diye… farklı fikri yapılarını, karşılaştırmalı düşünce sistemini öğrensinler, fikir jimnastiği yapsınlar, daha donanımlı nesiller olsunlar diye.

Annelerinin onlarda oluşturduğu kaliteli alt yapı, yaşam kalitesi yüksek bilinçli bir hayat tarzına dönüşebilsin diye...

Sevgiler....

 Mehtap Kayaoğlu (Psikolojik Danışman &Psikoterapist) - Haber 7

www.yuzlesme.tv

mehtap.kayaoglu@yuzlesme.tv

mehtapkayaoglu@gmail.com

http://www.facebook.com/psk.mehtapkayaoglu

htttp://www.twitter.com/mehtapkayaoglu

Kâbe


Bir kere ne yazsam, nasıl yazsam çok ama çok eksik olacak. Yetersiz ve yüzeysel olacak. En başından itiraf ve ilan ediyorum.
Ama gitmeyenlerin, gidemeyenlerin gidenler üzerinde hakkı olduğu düşüncesinden hareketle, belki bir iki kişinin de olsa aklına gönlüne gitmek düşerse diye, daha evvel gidip de özlemle oralardan haber bekleyenler varsa diye, zaten bir haftadır kendim de anlatmadan duramıyorum diye... haddim olmayarak, ar ederek, eksik olduğunu bilerek birkaç satır yazacağım, izninizle.
Efendim, Hicaz’dan döneli bir hafta oldu.
Hacca, Hicaz’a gidip dönenler derdi demesine de, neyi kastettiklerini şimdi anladım.
Bir haftadır kendimi adlı adınca “gurbet”te hissediyorum.
“Cennetten düşmüş olmanın kederi” gittikçe koyulaşıyor, resmen burnumun direği sızlıyor.
Hayata katılmak kaçınamadığınız bir zaruret. İlla bulaşıyorsunuz ucundan kıyısından ama esasında yaşanılan derin bir depresyon hali. Hissedilen, apaçık bir “Kâbe hasreti”...
Sevgiliyi özlemenin, düşünmenin, hayaller kurmanın, kederlenmenin belki çok uzak bir benzeri, ama kesinlikte kat be kat şiddetlisi, lezzetlisi, hakikatlisi.
Öyle bir hasret ki bu, Medine’de, Ravza-i Mutahhara’da, Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in huzurunda olmak dahi dindirmiyor. Ve kim bilir Kâbe’yi, O’nun nasıl bir özlemle özlediğini düşünmeden edemiyor, kederlendikçe kederleniyorsunuz.
Hira’ya çıkıyorsunuz vahyin indiği, Peygamber’in peygamberlikle şereflendiği, “İkra!” dendiği Nur Dağı’na. Azıcık da olsa anlıyorsunuz Efendimiz, o sert, o çok haşin coğrafyada, kara kavruk Mekke’de yoldan sapanların, puta tapanların arasında bunaldıkça neden kaçıp sığınmıştır bu yekpare kayaya.
Ama taş dağlarının çevrelediği vadinin rüzgârı alnınızı serinletirken ve Cibril’in kanatlarıyla doldurduğu geniş ufku seyrederken bile gözünüzü alamadığınız yer, yine uzaktaki o “kara küp” oluyor.
Mıknatıs gibi kendine çekiyor sizi.
Akımına kapılıyor ve gidip eteğine yapışıyorsunuz.
Müslüman kadınlar ve erkekler dinleri dışındaki aidiyetlerinden ve kimliklerinden, ırklarından, milliyetlerinden, statülerinden, diplomalarından, banka cüzdanlarından, yaşlarından, cinsiyetlerinden soyunmuş olarak, kefen niyetine ihram giyerek buradalar.
Kullukta zahiri eşitlik.
Işığın etrafında “yakma beni” diye yakaran pervaneler hepsi.
Güneş etrafındaki şaşmaz yörüngelerinde sebatkâr dünyalar.
Çekirdek etrafındaki gayretli elektronlar.
Kâbe’nin girdabında “sırat-ı müstakim”e talip ve inşallah dâhil olanlar.
Bir nehrin denize kavuşmak isteği ve çabasından farklı değil sanki. Bir damlacık kul iken, akan kabaran köpüren taşan ve girdabına çeken o coşkulu akışa, “İbrahimîümmete” karışmayı istemek. Ümmet ne demekmiş, hissettirerek öğreten mekan.
Tüm Müslümanların günde beş vakit yönünü dönüp secde ettiği yer burası. Yerin ve göğün, varlığın ve hakikatin mihenk taşı. Yerin altındakilerin vaktiyle, henüz üstünde olanların halen, kalbini sabitleyebileceği tek nokta.
Sizi, “fabrika ayarları”nıza döndürecek etki gücüne sahip.
Kesinlikle “bu dünyaya ait olmayan”. Hadi diyelim ki, ötelerden apaçık manalar kuşanmış olan.
Tavaf haline, namaz haline, seyrine doyum olmayan ve çok özlenen...
***
Söylemezsem çatlarım
Yazılacak, anlatılacak çok şey var aslında. Umrenin rükünleri, ibadetlerin lezzetleri ve ontolojik manaları, Mekke ve Medine şehirleri hakkında... Sosyolojik ve hatta siyasi değerlendirmeler yapmak da mümkün. Lakin şimdilik bunu yapmayacağım. Söylemeden edemeyeceğim tek şey Diyanet’in Türkiye’den giden ziyaretçilere biraz daha emek vermesi, özen göstermesi olacak.
Fadime Özkan

24 Nisan 2012 Salı

NORMALLEŞMENİN RESMİ


Bu normal sahneye sevinecek kadar zavalli bir düzende yasadik.
NORMALLEŞMENİN RESMİ
Taraf yazarı Ahmet Altan, Başbakan Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan'ın da yer aldığı görüntüyü "tarihi resim" ilan ederken, CHP'lilerin resepsiyona katılmamasını da sert bir dille eleştirdi. Altan, Emine Erdoğan'ın da yer aldığı fotoğraf karesini "normalleşmenin resmi" olarak gösterdi.
CHP'YE TEPKİ
CHP'lileri, AK Partililerin türbanlı eşleri ile karşılaşmamak için resepsiyona katılmadıklarını ileri sürerek eleştiren Altan, türbanın hala Meclis'e girememesine de tepki gösterdi.
İşte Altan'ın o yazısı;
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Hanım'ı 23 Nisan resepsiyonunda gösteren resim herhalde "tarihî bir resim" olarak anılacak.
Niye tarihî peki?
Çünkü bu "çok normal" bir sahne, bir başbakanın eşi giyimi ne olursa olsun eşiyle birlikte resmî törenlere katılır.
Ve, "normal olan her şey" bizim için yeni ve tarihî bir önem taşıyor.
Normallik çok şaşırtıcı ve yeni bir gelişme bu ülkede.

YENİ YENİ NORMALLEŞİYORUZ
Seksen küsur yıllık Cumhuriyet daha yeni yeni normalleşiyor.
"Vatandaşlarını" giyimlerine göre sınıflandırmaktan vazgeçiyor.
Başörtülü kadınlarımız da "vatandaş" sayılıyor.
Biz buna seviniyoruz.

ZAVALLI BİR DÜZENDE YAŞADIK
Böyle "normal" bir sahneye sevinecek kadar zavallı bir düzende yaşadık biz.
Devlet, başörtülü vatandaşlarını reddetti.
Düşünün ki bu ülke "başörtülü" diye başbakanın eşinin resepsiyonlara kabul edilmediği bir ülkeydi.
Halk o insanı, eşinin "başörtülü" olduğunu bilerek "başbakan" seçiyor ama "devlet" halkın seçimini hiç de önemli bulmuyor.
"Halk seni seçse de sen eşini devletin resepsiyonuna getiremezsin" diyor.
Demekle kalmıyor, "bunu darbe sebebi" sayıyor.
Şimdi bu değişiyor.
Devlet, "anormalliklerinin" birinden daha kurtuluyor.
Devlet kurtuluyor ama kurtulmayanlar da var.

CHP'YE SERT ELEŞTİRİLER
CHP yönetimi, 23 Nisan resepsiyonuna katılmıyor.
Niye katılmaz 23 Nisan törenlerine CHP yöneticileri?
Anlayabildiğimiz kadarıyla, bir devlet resepsiyonunda "başörtülü" kadınlarla karşılaşmak istemiyorlar.
CHP, hâlâ "vatandaşının" giyimini belirleyen bir devlet peşinde.
Kadınların büyük çoğunluğunun başörtülü olduğu bir ülkede, başörtülü kadınları reddeden bir siyasi partinin "iktidar" olma ihtimali bulunur mu sizce?
İktidardan geçtim, "muhalefet" olma ihtimali bulunur mu?
CHP, arkasında yüzde yirmi beşlik kitle olan bir parti ama siyasette esamisi bile okunmuyor, niye, çünkü hâlâ çocukça jestlerle siyaset yapmaya çalışıyor.
Ortada kocaman sorunlar var ama o aklını "başörtüsüne" takmış.
Generaller resepsiyona katılıyor, CHP yönetimi protesto ediyor.

CHP GENERALLERDEN GERİDE
Generallerden daha geride bir siyasi parti olabilir mi?
Bunları CHP için yazıyorum çünkü yüzde yirmi beş gibi muhteşem bir siyasi potansiyeli bu tür tuhaflıklarla çarçur ettiğini düşünüyorum.
Generallerden daha fazla "devlet" olmaya çalışarak bir siyasi parti nasıl vatandaşların nezdinde önemli bir parti olabilecek?
Nasıl "vatandaşlarını" temsil edebilecek?
Hâlbuki Türkiye'nin yeniden şekillendiği şu günlerde, AKP'yi demokrasi çizgisinin içine çekecek, keyfî davranışlarını sınırlayacak ağırlıklı bir muhalefet partisine çok ihtiyaç var.
Başörtüsü meselesini en önemli mesele olarak gören bir muhalefet bu ağırlığı kazanamıyor elbet.

CHP BU SORUYU SORABİLMELİ
Bir muhalefet partisinin "başörtüsünü" çok önemsemesi gerekiyor elbette ama CHP'nin sandığı biçimde değil, tam tersine; bugün nihayet devletin siyasi yöneticileri eşlerini resepsiyonlara götürebiliyorlar ama hâlâ "başörtülü" kızların üniversiteye girme hakkı kurumsallaşmadı, hâlâ başörtülü bir kadın Meclis'e giremiyor, "niye resepsiyona geliyorlar" diye soracak değil, "niye Meclis'e gelemiyorlar" diye soracak bir muhalefet ihtiyacımız yok mu?
Bu soruyu böyle sorabilen bir parti, Kürtlerin, Alevilerin haklarını da savunduğunda siyasetin tozunu havaya savurtur.
Ama öyle bir siyasi partimiz yok.
AKP de dâhil hiçbiri bu soruyu soramıyor.
Aslında, bu ülkenin bütün insanlarının ortak haklarını savunan bir partiye sahip değiliz.
Dindarı da dinsizi de, Kürt'ü de Türk'ü de, Sünni'yi de Alevi'yi de, sağcıyı da solcuyu da birarada kapsayacak ortak bir değer var ortada, adına kısaca "demokrasi" diyoruz, bütün vatandaşların eşit haklara sahip olduğunu kabul eden basit bir anlayış bu ve biz bu anlayışı siyasetin temel taşı yapamıyoruz.
Henüz "demokrasiyi" tümüyle kabul edip benimsemiş, bunu siyasetinin odağına yerleştirmiş bir parti çıkartamadık.
Tabii bunun bir nedeni de "demokrasiye" oy verecek kitlelerin bulunmamasından olabilir.

ALEVİLER'E ATATÜRK ELEŞTİRİSİ
Kemalizmin ruhunu esir aldığı bir toplumda, herkes kendisinden bir "tek parti ve tek adam" arıyor, bunu o kadar çaresizce arıyor ki Dersim'de Alevileri katletmeyi "yüksek şuur" olarak kabul eden Atatürk'ün resimleri Alevilerin cemevlerinde asılı duruyor.
Kendi kardeşlerini öldüren bir liderin resmini ibadethanelerine asıyorlar.
Hiç rahatsız olmuyorlar bundan.
Kemalist sistemin parçalandığı bir çağda, Kemalizm'le açıktan hesaplaşacak siyasi bir partinin var olamaması, ülkenin, toplumun, siyasetin durumunu göstermeye yetiyor herhalde.

İKTİDAR KEMALİST ANLAYIŞIN ÖDÜLLERİNİ TADIYOR
Hesaplaşamamaları güçsüzlüklerinden değil, AKP'nin arkasında yüzde elli var, Kemalist anlayışa açıkça karşı çıkıyor mu, hayır, güçsüz olduğundan değil, iktidarlara Kemalist anlayışın sunduğu ödüllerin tadına bayıldıklarından.
Başörtülü kadınların Meclis'e girme hakkını savunmaktansa, kendilerine benzemeyeni "yasaklamayı" daha çok sevdiklerinden.
Gene de başörtülü kadınların devlet resepsiyonlarına gittiklerini görebilmek de önemli bir "normalleşme" adımı.
Gün gelir bu ülke de tam anlamıyla demokrasiyi benimser.
O güne kadar böyle "normalleşme" adımlarına sevinerek idare ederiz artık.

Ahmet Altan

Tüketiyorum, Tüketiyorsun: Tükeniyoruz




GEREKSİZ TÜKETİM, çağın vebası sayılabilir. Dünyada etkimizi, var olmamızı tükettiğimiz miktar ile ölçen bir ekonomi düzeni içerisinde yaşıyoruz. Bir araştırma makalesi okuduğumu hatırlıyorum, konusu İngiltere'de tüketim üzerineydi. Eğer dünyada herkes ortalama bir İngiliz kadar tüketim yapsa, üç dünyaya ihtiyaç duyulacağı sonucu çıkarılmıştı. Dünyadan faydalanma nispetini düşünürsek, bir kişi artık birden fazla kişilik hayat yaşıyor. Fosil yakıtları hoyratça harcayarak ekolojik dengeyi alt üst ettiği gibi, insan farkında olmasa da tükettikçe, dünya da, içinde kendisi de tükenip gidiyor.
Koyu kapitalist düzenin hâkim olduğu ülkelerde, ekonominin canlılığını koruma bahanesiyle, yeni ürünleri satabilmek ve tüketimi körükleyebilmek için bombardıman şeklinde "tüket ve yenisini al" telkini yapılıyor. "Mutlaka almalısınız, şimdi alırsınız sonra ödersiniz, bir alana bir bedava, size lâyık olan budur, sizin hakkınız, kendinizi şımartın…" türünden çarpıcı sloganlar eşliğinde arz-ı endam eden onlarca marka ve model ürün, gün geçtikçe ihtiyaç olmadığı halde insanların ihtiyaçlar listesine dahil oluyor. Tek seferlik kullanılıp atılan, geri dönüşümü olmayan, tabiatı kirletenleri de cabası. Moda akımları, insanlara kullandıklarını eskitmeden yenisini almayı telkin ediyor. Bu kadar fazla ürün çeşitliliği, bir yandan insana daha fazla seçim yapabilme şansı getiriyorsa da, diğer yandan gereksiz sarfiyatı da hızla artırıyor.
İnsanlarda istediğimiz algıyı oluşturabilmemiz, yani tesirli bir imaj sergileyebilmemiz ve kendi reklâmımızı yapabilmemiz için görüntümüzü belli kalıplara sokmaya odaklanıyoruz. Gerçekte nasıl olunduğu değil, nasıl görünüldüğü daha önemli hale geliyor. Aslında gösterilen çaba, eksikliklere maske edinme derdinden kaynaklanıyor. Böylece insanlar gösterişe, riyâya ve sûni münasebetlere doğru sürüklenip gidiyor.
Alışverişe artık bir eğlence, rahatlama, deşarj olma faaliyeti olarak bakılıyor. Ay sonlarında, hesap kitabı bir türlü denkleştirememe, kredi kartı dönem sonu borcunu kapatamama stresini bir kenara bırakırsak, alışveriş yaparken aldığımız zevki pek az faaliyette yaşar hale geldik. Aldığımız ürünlerden fizyolojik tatminden çok psikolojik tatmin bekler olduk. Bu yüzden hafta sonları alışveriş merkezleri mutluluğu tüketimde arayanlarca tıka basa doluyor, kalabalıkların içinde her geçen gün "oniomania" denen alışveriş hastalığına yakalananların sayısı artıyor. Amerika'da yeni doğan çocuklara tanınmış markaların ve modellerinin isim olarak daha fazla verilmesi de bu durumun bir yansıması olsa gerek.
Böyle bir düzen kanaatsizlik, şükürsüzlük ve hırs gibi kötü hasletlere de zemin hazırlıyor. "Onun var, benim neden yok?", "Benim neyim eksik", "Fazlası göz çıkarmaz" türünden felsefeler özellikle çocuklar ve gençler arasında oldukça rağbet görüyor. Bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi dolusu altın daha isteyecek olan, gözü doymayan insan, tüketerek mutlu olmaya çabalıyor. Tükettiğinin fazlasını bulamayınca mutsuz oluyor. Elindekini kaybettiğinde de daha büyük bunalımlar yaşıyor. anlaşılan o ki, ünlü filozof Eflatun'un "Unutmayın, amacınız hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymak olmalıdır" sözü geçmişe terkedilmiş, artık pek tatbik edilmiyor.
Tüketim çılgınlığının en göz önünde meyvesi, haram kılınmış olan israftır. Zamanı, sözü, düşünceyi, nefsi, nimetleri… israf etmek. Hadiste, “Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 51) buyuruluyor. Peygamberimiz Aleyhisselatü Vesselam'ın bazı zamanlar birkaç gece üst üste aç sabahladığı birçok kaynakta naklediliyor. İsrafın kesin şekilde yasaklanması, “İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir” (İsrâ Sûresi, 17:27) ayetinde de açıkça ifade ediliyor. Saadet asrının nimetlerden faydalanma yaklaşımı ile, günümüzün iktisatı susturup israfı kamçılayan düzeni birbiriyle çok zıt duruyor.
Halbuki kanaat, tüketilemeyecek bir hazinedir. Kanaatkâr olmak, tembelce oturup fazlasını istememek değildir. Marifet, az da olsa çok ta olsa israfa düşmeden, verilene kanaat etmek ile daha fazlası için çalışmak arasındaki dengeyi tutturabilmektedir. Bunun yolu, şükretmenin, tasarruf etmenin ve iktisatlı olmanın getirdiği bereketten geçiyor. Lükse düşkünlüğün ve israfın böylesine yaygınlaştığı, tüketim çılgınlığının kangren halinde insanları mutsuzluğa ve tatminsizliğe sürüklediği bu devirde, İktisad risalesini sık sık okumak ve yorumlamak gerekiyor.
Aytekin Akar

Necip Fazıl'ın İdeal Nesli ve Dava Aşkı



Necip Fazıl'ın 'gençlik' tahayyülü çoğumuzun­kinden farklıdır. Bu farklılık, ifadenin zahirî mânâ­sından çok batınî yanıyla alâkalıdır. Onun için bu konu, oldukça derin ve bir o kadar da hassastır.

Necip Fazıl'ı kendi kişilik özelliklerinden çok, fikriyatının derinliğine inerek anlamaya çalışmalı ve bilgi pınarı niteliğindeki görüşlerinden faydalanmayı bilmeliyiz. Onun çok geniş yelpazede kaleme aldığı sosyal, kültürel ve felsefî problemleri işlediği eserlerinde, gençlere karşı ayrı bir hassasiyetin sergilendiğini görürüz. 

"Çile"sini yüreğimizde hissettiğimiz büyük şair, toplum adına -özellikle de genç nesil- taşıdığı endişelerini en can alıcı ifadelerle ortaya koymaktan çekinmemiştir. O, "Sakarya Türküsü"nden "Zindandan Mehmed'e Mektup"a kadar uzanan birçok şiirinde aynı davanın destanını yazmıştır. Aslında o, kendi düşüncesi üzerinden toplumun diline tercüman olmuş ve gelecek günlerin sıkıntısını toplum adına yüklenmeye çalışmıştır. Şüphe yok ki, peşine düştüğü "Sonsuzluk Kervanı"nın varacağı yeri kendisine hedef bilmiş olan bu koca yürekli şair, gençlik adına aşılması zor engelleri kolaylaştırmayı kendine hedef edinmiştir. Onun için gençlik, kabına sığamayış, kalıplara giremeyiş ve gözün alabildiği hattâ alamadığı yerlere varıştan başka bir mânâ ifade etmezdi. Öyle ki ona göre gençlik, "Kim var?" diye sorulduğunda sağına soluna bakmadan "Ben varım." diyebilme cesaretini gösterebilmektir. Hayatı boyunca arayışlarını, özlemlerini, hayal kırıklıklarını ve üzüntülerini, davası adına nimet bilip, onları yeri geldiğinde kendisine baş tacı etmiş bu fikir işçisinin gayesi, kutlu bir gençliğin tohumlarını atabilmek ve geleceğe sapasağlam nesiller hediye edebilmekti.

Necip Fazıl'ın toplumun geleceğiyle alâkalı, bir dava şuuru içinde gece gündüz durmadan ortaya koyduğu gayretler, dönemi itibariyle oldukça önemlidir ve bunların minnet ve şükranla yâd edilmesi gerekir. O, devrinde kendisi gibi fikir çilesi çeken mânâ önderleri ile aynı istikamette düşünmüş, bu hedef doğrultusunda mücadeleden hiç vazgeçmemiş, kendini topluma yön gösteren bir misyonun sahibi olarak görmüş ve toplumunu uyarmayı bir görev saymıştır. Bunu 
"Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak."


ifadesinde derinden hissetmek mümkündür. Toplumun mânevîyat damarlarına habis bir ur misâli işleyen yozlaşma, onun hayatı boyunca mücadele ettiği şeylerin başında gelmiştir. O, çıkmaz sokaklarda kaybolduğunu düşündüğü insanlığın kurtuluşunun öz dinamiklerine sarılmakla mümkün olabileceği görüşündedir. Toplumun yeniden toparlanmasının yolunun gençlikten geçtiğini düşünen Necip Fazıl, bu sebeple ona ayrı bir ehemmiyet vermiştir. Çile şairine göre gençlik;
"Tohum saç bitmezse toprak utansın.
Hedefe varmayan mızrak utansın.
Hey gidi küheylan koşmana bak sen!
Çatlarsan doğuran kısrak utansın."


mısralarındaki heyecanın muhatabıdır. Gelecek günler için tohumlar, bir ân önce toprağa saçılmalı ve bu tohumların filizlenip yeşermesi için gerekli vasat hazırlanmalıdır. Bunu başarabilecek gücü, geçmişte olduğu gibi şimdi de millî ve mânevî değerlerimize sarılarak elde edebiliriz. 

Onun düşüncesindeki ideal gençlik, gelecekteki aydınlık günlerin temeli olabilecek azim ve kararlılığa sahip gençliktir. "Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik! Zaman bendedir ve mekân bana emanettir şuurunda bir gençlik..." ifadelerinde kendisini bulan tahayyülü hissetmemek, şairin davasına haksızlık etmekle eşdeğerdir. "Zaman bendedir ve mekân bana emanettir." diyen, kalb ve kafa izdivacını tesis eden ideal bir gençlik hayali... Gözlerini "Sonsuzluk Kervanı"nın yiğitlerine dikmiş ve gönlünü Yaratıcı'nın merhameti ile hemhal olmaya bırakmış kutlu bir gençlik sevdası... Bir sevda ki, Hakk'ın rızası uğruna dünya nimetlerini hiçe saymış, bir sevda ki, mefkûresi adına şahsî ikbalinden vazgeçmiş, heybesindeki sevgi ve hoşgörü tohumlarını her iklimde yeşertmek için elinden gelen bütün gayreti göstermiştir.

Bu kutlu dava, onun biricik meselesidir. Öyle ki boşa geçen her ân, onun için büyük bir kayıptır. O, bu davaya her şeyini vermiş, kendini de bu davanın yılmaz savunucusu olarak ilân etmiştir. Bu gaye uğruna, kitaplar yazmış, konferanslar vermiş, Anadolu'yu adım adım dolaşıp hiç durmadan etrafına tohumlar saçmış; hapislere düşmüş, büyük acılar çekmiş; ama hiçbir zaman bu kutlu davaya hizmet etme heyecanını kaybetmemiştir. Hiç şüphe yok ki, onun bu heyecan ve samimiyet dolu mücadelesi Anadolu semalarında dalga dalga yayılmış ve büyük bir hüsnükabul görmüş, özellikle Anadolu gençliği üzerinde o zamana kadar hiçbir Türk şairine nasip olmayan ciddi bir tesir uyandırmıştır. 

Zorlu bir dönemde yaşayan şair, mücadelesinin ilk yıllarında zaman zaman yalnız kalmanın burukluğunu hissetmiştir. Tamamen kendi gayretleriyle kurmaya çalıştığı "Büyük Doğu Hareketi" birçok defa kesintiye uğratılmış; ama o her defasında yeniden ve daha güçlü bir şekilde kaldığı yerden devam etmiştir. Gazete ve dergilerde yayımladığı yazılarla ortaya koyduğu fikir hareketini, yurt çapındaki gençlik konferanslarıyla desteklemiştir. O, uçuruma sürüklenen toplumun kulakları yırtan feryadını kendi benliğinde duymuş ve ona yardım için elinden gelen bütün gayreti sarf etmiştir. 
Ona göre her şey, iman ve aksiyon çerçevesinde ele alınmalı ve bu yolda karşılaşılan her engel aşılmalıdır. Kutsal davasında kendisine en önemli destekçi olarak gençleri görmüş ve bu gençliği "Büyük Doğu Gençliği" olarak adlandırmıştır. O, "Bu bilinmezlikten kurtuluş, hiç şüphe yok ki yüreğinde az da olsa iman kırıntısı taşıyan gençler sayesinde olacaktır." düşüncesini benimseyerek ömrünü tamamlamıştır. 

Üstad Necip Fazıl, gök kubbede hoş bir seda bırakıp gitti. Kendisi için değil, milleti, davası ve bir ömür boyu hayal ettiği gençlik için yaşadı. Ezilmişlerin, horlanmışların ve mazlumların elinden tutmak istedi. Hiçbir zaman haksızlığa razı olmadı. Olamazdı da... Bu, onun için yaşarken ölmek olurdu. O dâima çırpınacak, mücadele edecek, hiç kimseden korkmadan ve engeller karşısında yılmadan hayatının gayesi edindiği davasına sahip çıkacaktı. Fikirlerini emanet edeceği gençlerin de en az kendisi kadar aksiyoner olmasını istiyordu. Bunun için bir dava adamının nasıl olması gerektiğini, en güzel şekilde ortaya koydu. Çok sevdiği gençlerden tek isteği, şuurlu bir şekilde millî ve mânevî değerlere sahip çıkmalarıydı. 

Musa Yasaroglu

Eşinizle problemlerinizi savaşarak çözemezsiniz


Evlilik hayatında, eşlerin tahammül edilemeyen ve çözmesi zor gibi gözüken huy ve davranışları olabiliyor. Erkek ve kadının sorunu çözme çabaları kimi zaman yanlış uygulama ve düşünceler doğurabiliyor. Zamanla ‘benim eşim zor bir insan’ düşüncesi oluşuyor ve eşler sorun yokmuş gibi davranıyor. Ama sorunlar hiç silinmiyor, yıllar sonra da olsa ‘ben buradayım’ diyor

-Çiftlerin evlilik hayatında karşı tarafta tahammül edemediği ve çözmede sorun yaşadığı birçok yön bulunuyor. Kadınlar, erkeklerin kendilerini dinlememesine tahammül edemezken, erkekler de eşlerinin talepleri karşılanmadığında o isteği sürekli dillendirmelerine yani ısrar etmelerine katlanamıyor. Bu olumsuz yönler zamanında çözülmediği takdirde eşler arasında sorunlar da baş gösteriyor. Aile Yaşamını Koruma Derneği başkanı, aynı zamanda evlilik ve iletişim uzmanı İnci Yeşilyurt, kadının tahammül edemediği yönleri sergileyen erkeğin, ilk olarak karısının gözünde saygınlığını kaybettiğini söylüyor. Yeşilyurt, “Evliliğin ‘katlanılması gereken mecburi bir kurum’ olduğu duygusu uyanan kadın, daha az veya daha çok konuşuyor, ev ile ilgili işleri adeta robotlaşmış şekilde yapıyor, kendini çocuklara adıyor.” diyor. Yeşilyurt, erkeklerin ise üstünde ağır yükler olan, bekârlık hayatının sorumsuz günlerine özlem duyan, ayakları her akşam geri geri giden, annesinin şefkatini arayan hisler içinde kendini bulduğunu aktarıyor.

Eşler, karşı tarafın tahammül edemediği yönlerini çözmeye çalışırken bazı yanlışlara düşüyor. Yeşilyurt, kadınların en büyük hatasının, çözümü olan problemlerin çözümsüzlüğüne kendilerini inandırmaları ve sorunu iyi niyetle ama savaşarak halletmeye çalışması olduğunu belirtiyor. Kadınların problemin kaynağından saparak, tartışma içinde birçok sorunu çözmeye çaba sarf ettiğini ifade eden Yeşilyurt, “Örneğin kadın, erkeğin toplum içinde eşini küçümseyen konuşmalarını konuşmak ve bu konudaki beklentilerini iletmek isterken bir bakıyorsunuz konu ‘senin annen’, ‘benim babam’a kayıyor. Doğal olarak da hiçbirine çözüm bulunamadan birkaç zamanlık küslüğün ardından hayat devam ediyor. Problemlerin sadece üstü örtülüp yığılıyor. En önemlisi de eşler, ‘benim kocam çok zor, kimseye benzemez’ tanımlaması ile sıra dışı gösterilmeye çalışılıyor. Unutulmamalıdır ki; zor, bizim nasıl gördüğümüzle alakalı bir algıdır. Bu algı, kadını çözüm yolunda sürekli yanıltır.” diyor.

Erkekler ise probleme genellikle bağırma, kısıtlama, cezalandırma, susma gibi yöntemlerle çözüm arıyor. Erkeklerin bu tür tavırlar takınarak sorunu çözdüğünü düşündüğünü ancak yanıldığını aktaran Yeşilyurt, şöyle konuşuyor: “Kadın bunun karşılığını erkek yaşlandığında kat kat cevaplandırır. Çocuklar büyüyüp evlendikten, torunlar olduktan sonra erkeğe ‘işe yaramaz’, ‘yük’ muamelesi yapılır. Evde oturmasına bile tahammül edilmez.”

‘Önce ailem’ yaklaşımı olmalı Eşler, tahammül edilemeyen yönleri birkaç yöntemle çözebilir. İnci Yeşilyurt’a göre erkek, eş kavramının bir hizmeti görev olarak yapan değil, gönülden yapan demek olduğunu tamamen idrak etmeli. Eşten herhangi bir talepte bulunduğunda bunu yapmasının mecburi olduğu duygusunu uyandırmamalı. İstekler, saygılı, ilgili ve ben duygusundan uzak ‘önce ailem’ yaklaşımı ile iletilmeli. Ayrıca nasıl ki evlenmeden önce eş ile sohbet edebilmek için fırsat kollandı ve dinlenildi ise, evlendikten sonra da dinlemeyi başarabilmeli. Kadınlar da eleştirileri ‘sen’ değil ‘ben’ dili ile yapmaya gayret etmeli. Örneğin erkeğin eve geç gelmesini ‘hep geç geliyorsun’ demek yerine ‘bekletilmekten rahatsız oluyorum’ iletişimi ile göstermeli.

Öz konuş, eşini sık sık arama
Kadınlar genellikle şu hataları yapıyor: Öz konuşamamak, eşini sık sık arayarak ‘neredesin’, ‘ne yapıyorsun’, ‘yanında kim var’ sorularını yöneltmek, sürekli ‘beni seviyor musun’, ‘ne kadar seviyorsun’ sorgulaması yapmak, tartışmada veya sonrasında aile büyüklerini arayarak, ağlayarak şikâyet, yatak odasını cezalandırma aracı olarak görmek, ‘şununla görüş, bununla görüşme’ gibi sosyal çevreye müdahale, ‘al şu çocukları, bütün gün beni yedi bitirdi’ diyerek eşin kapıdan girer girmez çocuklarla ilgilenmesini istemek, tartışmalarda erkeğin ailesini kötülemek, sürekli geçmişi gündem yapmak.

‘Artık evliyiz, ne gerek var’ deme

Erkeklerin hataları ise, eşi konuşurken başka tarafa (televizyon vb.) bakmak, ‘çay koy’, ‘çocuğu sustur’ gibi hizmeti emir içeren kelimelerle talep etmek, sohbet etmemek, motive edici cümleler kurmamak ve buna gerekçe olarak da ‘Biz artık evliyiz; ne gerek var?’ yaklaşımı göstermek, toplum içinde eşinden ‘o bilmez’, ‘o anlamaz’…
haberin devamı için ;

http://zaman.com.tr/haber.do?haberno=1277263&title=esinizle-problemlerinizi-savasarak-cozemezsiniz

Karakoç Usta ve Mihriban!


Sarı saçlarına deli gönlümü
Bağlamışım çözülmüyor Mihriban
Ayrılıktan zor belleme ölümü
Görmeyince sezilmiyor Mihriban!
Mihriban'ım diyorum...
Türkü bütün yüreğimden geçenleri ifşa edip, yıkıyor hüzün duvarlarını. İçimdeki bütün sarp kaleler, yıkılmaz bildiğim dağlar devriliyor, ateşi fitilleniyor gönlümün. Nerede kalmıştık diyen bir dost sesi gibi ruhumun pervazlarına bir kez daha dokunuyor türkü, bir serçenin ürkekliğiyle. Telaşlanıyorum, ellerimden düşüyor zamanın sırçası. Seneler, upuzun senler geçmiş gibi, gerçekten unutmuş ve unutulmuş gibi bir keder doluyor ruhuma ve yüreğime. Neden bütün şarkılar, bütün türküler unutmak üstüne, unutulmak üstüne söylerlerdi? Mutlu, şen ve âsude biten ne vardı ki dar-ı dünyada? Sanki "O günü hiç yaratmadık" diyen bir efsunlu hisse tercüman oluyor gördüğüm bütün düşler. Sanki yeni baştan bir sefere çıkıyorum kendi coğrafyama. Kendime gidiyorum sanki kendimi görüyorum satır aralarında.
"Görmeyince sezilmiyor Mihriban”  diyen türkü müydü bana bütün bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
Mihriban'ım diyorum…
Zaman geçecek, saçlarıma aklar dolacak.  Hatıralar üşüşecek yüreğimin çatlaklarına, gelecek geçmişin isiyle örtülecek. Zaman duracak, bitecek günün gecenin telaşı. Her gün yeni bir yorgunluk saracak dizlerimi, yokuşlarda kalacak, tükenecek yüreğim. Dün, her dem türküsünü söyleyecek usanmayası. Yarın hiç gelmeyecek belki de, yarım kalacak hayallerim ve umutlarım. Çoktan unuttuğum sandığım, kalın feracelerin ardına saklanan eski yüzleri göreceğim düşlerimde, ürkeceğim belki de. Can ocağım bir daha yanacak hiç sönmeyesi. Cayır cayır tutuşacak.  Bütün içli duygular düşecek üzerime, yakası. Benim aşklarım su üstünde salınan bir nilüfer çiçeği gibi miydi utanılası? Hatırlamıyorum, bilmiyorum, unutmuşum diyeceğim belki de.  O zaman anlayacağım ki zaman geçmiş, bütün gazellerini dökmüştür ömrün bağları.  Cenneti dünyaya indirmeyi hayal ettiğim günlerin koskoca bir yalan olduğunu fısıldayacak yalan dünya kulağıma, bir başıma bırakacak beni, çaresiz koyacak.
" Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban" diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?

Mihriban'ım diyorum.
Kim bilir, hatalarıma ağlayacak, pişmanlığın derin girdaplarında boğulacağım korku tüneline girip. Ne hatalar yapmışım oysa ne günahlar işlemişim utanılası. Ne kalpler kırmışım, ne yürekler yakmışım, ne köşkler yıkmışım, ne canları silip unutmuşum kim bilir hatırlanası!  Kaç yanağın üzerinden gümrah ırkmaklar akmış benim dağlarımdan. Yaşamak az şey midir, insan olmak az şey mi? Ne yapmışım, neler etmişim şimdi hatırlamıyor, yeni baştan silemiyorum hiçbir şeyi. Yıllardır vefa kulelerinden ıpıssız çöllere düşüp, yayan yapıldak seraba doğru koşmuşum meğer. Arınacak ummanlar aramışım, düşülecek sonsuz yollar. Dönülecek bir yuva düşlemişim, ebedi, ezeli ve kusursuz. Sonsuza kurmuşum saatimi, hiç çalmayası. Zaman geçmiş, bitirmiş, eskitmiş hayallerimi, beni, eşyalarımı.  Güz gelmiş ve içine düştüğüm derin uykudan bir türkünün sözlerine uyanmış yüreğim. Ve bir türkünün peşine düşmüşüm.
"Aşk’a hudut çizilmiyor Mihriban" diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
Tabiplerde ilaç yoktur yarama
Aşk deyince ötesini arama
Her nesnenin bir bitimi var ama
Aşk’a hudut çizilmiyor Mihriban! 
Mihriban'ım diyorum.
Ve bile bile kendimi yazıyorum.
Bir kırık gençlik hikâyesi mi desem, ziyan olmuş bir ömür mü bilmiyorum. Bile bile kendimi yazıyorum işte. Mektuplarım kendi adresime gayrı. Sözlerim kendi yüreğime. Bildiklerim kendime, bilmediklerim kendime. Öfkem, sitemim kendime. Bilerek kendime yazılıyorum. Ruhumu bedenimden ayırdığım günden beri ırağım kendime, yabancıyım, bizarım. Şimdi gürül gürül kendime akıyorum. Kendimi kınıyorum artık, kendimi paralıyor, kendimi yaralıyor, kendimi aralıyorum. Bir baharım kendime, bir güz. Bir kışım üstünden kar kalkmayası. Yüreğimin bütün kuşlarını saldım. Kuşlar kafilesi misali döne döne özgürlüklerine uçuyor, uçuyor! Hiç dönmeyesi yüreğimin kuşları, gökyüzümü terk ediyor... Ben benimleyim artık, ayrılmayası. Ayaklarımın altında çiğnenen bir ömrün solgun gülleri can çekişiyor, zamanı kalbime gömüyorum bundan böyle, zamanı kalbime gömüyorum. Bir yağmur sonrası kara topraktan tüten buram buram bir koku çekiyor, çağırıyor uzaktan sıkılmayası. Koskoca bir rüyanın bitimindeyim.
"Unutursun Mihriban'ım" diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
Unutmak kolay mı deme
Unutursun Mihribanım
Oğlun kızın olsun hele
Unutursun Mihriban’ım!
Mihriban'ım diyorum.
Merhametin sıcaklığını duydum kendi yüreğimde, şefkatin sesini. Dinlediğim bütün türküler gamdı, elemdi, yarımdı oysa. Her kalbin bir türküsü, bir masalı, bir sevdası olmalıydı elbette. Benim yüreğimin türküsü, masalı, sevdası var mıydı o demlerde? Bir yüreğim olduğunu yeni öğrendim oysa. Hayat geçip giderken, bizden de götürdü her ne varsa. Yükte hafif, pahada ağır neyimiz varsa götürdü hayat utanmayası, sıkılmayası, arlanmayası. Hayat bizi de götürdü giderken. Bohçalandı ömür feracesi. İliklendi vademizin kopçası. Bir sabah ansızın rüyama değdi vefasızlığın eli, uyandım bir daha uyumayası. Nice gümüş duygular sürüklendi gitti rüyanın seline hatırlanmayası. Oysa az çok bilirdik sevda taşıyan testiyi, aşk dokuyan gönül terkisini,  sesinden tanırdık. Yudum yudum içerdik sonra. Şimdi muhacir yüreğim kendi sürgününde telaşsız, âsude bir türkünün ritmine bıraktı kendini. Unuttu işte.
Unutursun Mihriban'ım" diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
“Yıllar sinene yaslanır
Hatıraların paslanır
Şu deli gönül uslanır
Unutursun Mihriban’ım!
Muhabbetle kalınız…
Meryem Aybike Sinan - Haber7
http://twitter.com/maybikesinan

Kadınlara İsyan Taktiği Verenlere!


Eleştiriyorum diyerek hakaret edenler var. Hiç kimsenin kimseye eleştiri süsü verip hakaret etmeye hakkı yok. Ne bir yazarın ne bir okurun ne de yorumcunun.
Saldırgan üslubu yüzünden okuyucu kaybeden, reytingi düşen bir yazar hanım, beni eleştirmeye çalışırken ölçüyü kaybedip dini konularda tehlikeli yazılar yazmaya başladı. Bugünkü cevabım bu yüzdendir. Yoksa kimse ile kavga etmeye niyetim yok. Uzun zamandan beri ara ara benim yazılarıma atıfta bulunarak kendince benimle dalga geçtiğini zannederek dini konularla alay etti. Ona ve onun gibi dinin bazı emirlerini hazmedemeyerek benim üzerimden dini konuları küçümseyenlere bir açıklama yazısıdır bu.
"Yazıktır ki erkeğin üstünlüğünü haykıran, özgüveni inşaat halinde kadınların olduğu evrende yaşıyoruz." demiş bir yazısında.
Erkeğin evin reisi olduğunu açıkça beyan eden âyet ve hadisler olduğu için erkeğin evde söz hakkı üstünlüğü kabul etmenin yazık olan tarafı nedir anlayamadım. Bakınız Nisa sûresi 34. âyeti kerîme. "Erkekler kadınlar üzerine kavvamdır (idareci ve koruyucudur) ..." diye başlıyor.
Ve özgüvenimiz inşaat halinde olduğundan değil de Allah(c.c) güvenimiz tam olduğu için "emretmişse bir hikmeti vardır" diyerek teslim olmuşuz. Peygamberimiz de şöyle buyuruyor:
  "... Erkek, ailede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur." (Buhârî, Cum'a 11; Müslim, İmaret 20)
"Kadına verilen narkozlu telkinler belli! “Bak kızım erkeğini elinde tut kiiii” ile başlayıp yatak odasına kadar giden jinekolojik geyiklere kadar varan sonsuz bayıcı cümlelerin muhatabı kadın!" cümlesine gelince...
Bu narkozlu diye tanımladığı telkinlerin kaynağının Allah ve resulunun sözleri olduğunu eminim yazan kişi de benim kadar biliyordur; fakat ben yine de hadisi şerifleri hatırlatayım; eğer Allah Resulunun sözlerine değer veriyorsa olur ki fayda eder:
"Kadın, namazını kıldığı, orucunu tuttuğu, namusunu koruduğu ve kocasına itaat ettiği zaman, cennet kapılarının dilediğinden girsin." (Ahmed bin Hanbel, I/191)
"Kocasını memnun ederek ölen kadın cennetliktir." Tirmizî, Radâ` 10. Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 4
Saliha yani iyi kadın tanımı geçen bütün hadisi şeriflerde kadının kocasını memnun etmesi şartı var. Ve bu konuda pek çok hadisi şerif var.
"Bak kızım erkeğini elinde tut kiiii” nasihatini bizden önce Allah Resulu vermiş.
"...ile başlayıp yatak odasına kadar giden jinekolojik geyiklere kadar varan sonsuz bayıcı cümlelerin muhatabı kadın!"
Bakalım "jinekolojik" diye dalga geçtiği nasihatleri neden veriyorum. Allah Resulü ne buyurmuş: "Bir koca karısına ihtiyaç duyup da onu yanına çağırdığında, kadın ocak başında bile olsa, hemen kocasının yanına gelsin." Tirmizî, Radâ` 10; Nesâî, es-Sünenü'l-kübrâ, İşretü'n-nisâ bâb
"Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, bir erkek karısını yatağa çağırır da kadın gelmezse, kocası ondan memnun olana kadar Kâinâtın Sahibi o kadına lânet eder." Müslim, Nikâh 121
"Erkeğin efendiliğini kabul etmiyorum ki kadının köleliliğini kabul edeyim." demiş bir de.
Peki bu âyet-i kerime yazar için bir şey ifade eder mi?
"İkisi de kapıya koştular. Kadın, Yûsuf’un gömleğini arkadan yırttı. Kapının yanında hanımın efendisine (seyyidihe) rastladılar. Kadın dedi ki: “Senin ailene kötülük yapmak isteyenin cezası, ancak zindana atılmak veya can yakıcı bir azaptır.” (Yusuf suresi 25.âyeti kerimesi)
Kadının kocası geldiğinde Allah(c.c) kocasını "seyyidi yani efendisi" kelimesi ile tanımlamış. Erkeğin efendiliğini kabul etmek kadını köle yapmaz. Bu Allah'a karşı kötü zandan başka bir şey değildir. Bir yerde "reis, başkan, patron, müdür, lider..." (hangi kelimeyi kullanırsanız fark etmez) olması diğer kişileri köle yapmaz. Fakat mümin hanımlara erkeğin efendiliğini kabul edersen köle olursun mesajı vermek de ayrı bir hinlik.
"Beyim böyle dediyse doğrudur dersen karnındaki sıpa sırtındaki sopayla Leyla Leyla gezersin." diyerek mümin hanımları kocasına karşı kışkırtırken Allah'tan hiç korkmuyor mu acaba? Doğru ya Allahtan korkmuyordu, bir yazısında açıklamıştı, sadece seviyordu (!) O zaman sevgisinde samimi ise Allah ve resulunun sözlerini gönülden kabullenir ve tersini iddia etmez.
"Yazıktır ki Allah'tan çok erkeğe itaat eden halkalı köleler mahallesinin külhanbeyi olmuşuz. Camianın kadınları böyle aşılandı çünkü." demiş bir de.
Hiçbir zaman "Allah'tan çok kocaya itaat edin" diye bir şey demedim, bu şirk olur, hiç kimse diyemez. Fakat "kocasına saygı gösterenleri "halkalı köleler" diye tanımlamak ve kendini Allah'ın emrettiği "itaate baş kaldıran külhanbeyi" olarak görmek de Allah'a isyandan başka bir şey olamaz. Hayır kendi isyan etsin, kendini bağlar da kalemi ile herkesi şahit tutup konuyu iyi bilmeyenleri de etkilemesin en azından. Bakın bu konuda ben demiyorum Allah resulu ne diyor:
"Kadın, kocasının hakkına riâyet etmedikçe, Rabbinin hakkını (emrini) yerine getirmiş olmaz." (İbn Mâce, Nikâh 4)
Allah ve resulünün sözlerini kaynak alarak yazı yazdığım için utanmadan beni "erkek hayranı" "kadın düşmanı" ilan edenler var. Erkek hayranı değilim, sadece Allah ve resulunun hayranıyım.
Yazdıklarım bu yüzdendir. Bazı emirler kendi nefsime ağır da gelse elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum. Ben olanı yazıyorum. "Karısını razı ederek ölen erkek cennettedir." diye hadisler var da saklıyor değilim. Elbette erkeğin de karısına güzel davranması, zulmetmemesi gerekiyor. Fakat bunların içinde erkeğin karısına itaat etmesi ile ilgili âyet ve hadis yok. Olsa sizden hiç esirger miyim (!)
"Yazıktır ki Allah’ın eşitlediğini kullar kabul etmiyor." demiş bir de. Bu anlamlarda söylediği çok şey var da bir kaç tanesini seçtim. Bir ayet, bir hadis, kadın ve erkeğin birbirine eşit olduğu ile ilgili yazar sunsun bize. Din adına bir şey yazıyorsan öyle kafadan sallamak yok, delil getireceksin. Kadın ve erkeğin yaratılışta birbirlerine farklı konularda üstünlükleri var; fakat evde söz hakkı üstünlüğü erkeğin, eşitlik falan yok.Ayrıca eşitlik varsa:
"Bir kadın kocası yanındayken onun izni olmadan oruç tutamaz. Kocasının izni olmadan bir kimseyi evine alamaz." Buhârî, Nikâh 84, 86; Müslim, Zekât 84. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Savm 73; Tirmizî, Savm 64; İbni Mâce, Sıyâm 53
Hadisi şerifini nasıl açıklayacağız. Erkek nafile oruç tutaraken karısından izin alacak diye bir hadis yok. Fakat kadın için var.
Kadın erkek eşitliğini iddia edenler "Üstünlük takvadadır." âyetini söylüyorlar. Bu ayet kişilerin Allah yanında üstünlüğünün ölçüsünü anlatıyor, kadın erkek ilişkisi ve eşitlik iddiası ile hiç alakası yok.
Bakara Sûresi 228. Âyet-i Kerîme’de Rabb’imiz eşitlik olmadığını anlatıyor:
"Erkeklerin kadınlar üzerinde ma'rûf (meşrû olan) hakları olduğu gibi kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Fakat erkeklerinki onlara göre (aile reisliği ve vazifeleri bakımından) bir derece fazladır. Allah mutlak gâliptir, hüküm ve hikmet sahibidir."
"Evlilik öncesi çift kurslar açıp içindeki hatunu uyandır replikleriyle paradan minare diken sömürücü mimarları sevmem de mümkün değil!."
Senin sevmen hiç umurumda değil Allah sevsin yeter. Evlilik kursları ile bugüne kadar pek çok aileye faydalı oldum, dualarını aldım. Evet kadınların içindeki hatunları uyandırmaları gerektiğini de anlattım. Çünkü Allah resulünün lanetlediği günümüzde çokça bulunan hatta bununla övünen erkeğe benzeyen kadınlara yaratılışta ona verilen kadın özellikleri nasıl ortaya çıkarmaları gerektiğini de anlattım.Ve bununla gurur duyuyorum.
Hepsi de çok mutlu oldu. Çünkü erkekleşmiş bir kadın ne tam kadın ne de tam erkek olduğu için kendi içinde sürekli çatışma halindedir ve mutsuzdur. İçindeki huzursuzluğu da onu bunu suçlayarak ve etrafa saldırarak gidermeye çalışır.
Ayrıca kişi herkesi kendi gibi bilirmiş. Paradan minare hiç dikmedim, belli ki kendi yapıyor . Yazıdan para kazanacağım diye saçmalayarak her gün yazı yazıp, minareden para dikeceğim diye minareye tükürerek para kazanmıyorum çok şükür.
Benim Ayet ve hadisleri kaynak alarak yazdığım yazılara kızanlar önce kızdıkları ben miyim yoksa söylediklerim mi ona baksınlar. Kişi dinin emirlerini bilir yapmaz, sadece günaha girer; fakat inkar ederse, dalga geçerse, çok tehlikeli bir noktaya gelir. Hiç olmazsa bu ölçüye dikkat etmek gerek. Nefsime ağır geliyor yapamıyorum demekle Allah bunu emretmemiştir demek arasında çok büyük bir fark vardır. Bu farka herkesin dikkat etmesi lazım, özellikle de eli kalem tutanların. Zerrenin hesabını vereceğimiz o günü düşünerek. 

Sema Marasli